Cennetten Kovuluş - 1. Bölüm

Yeni doğmaya başlayan güneşin yaşama arzusunu kamçılayan ilk ışıkları, derenin üzerinde oynaşan dalgaları yalamaya henüz başlamıştı. Işığın yaladığı girdaplar yavaşça akmakta olan suyun dolgun gövdesinde doğuyor, büyüyor ve kayboluyorlardı. Güneşin ilk ışıklarının dereyi aydınlatmasına rağmen nazlı nazlı akan su, karanlığıyla içinde barındırdıklarını gizlemekteydi. Derenin her iki yanındaki sık çalılar, bazı yerlerde kıyıdan birkaç adım geriye çekilerek küçük localar oluştursa da, çoğunlukla kıyıya kadar inerek dere boyunca uzanmaktaydı. Genç iğde filizleri, yer yer böğürtlen ve sazlıklardan oluşan çalılığı, tepelerinde açan açelya kırmızısı zakkum çiçekleri taçlandırmaktaydı. Uyanan böceklerin çiçekleri aramaya başladıkları, etrafta duyulmaya başlayan vızıltılarından anlaşılıyordu. Yeni doğan günün coşkusuyla tüm hünerlerini gösterme yarışına girmiş kuşlar, sık çalılıklar arasında oynaşmaya başlamışlardı. Bu sabah olanlar, milyonlarca yıldan beri süren, doğanın her sabah yeni başlayan günü coşkuyla kutsadığı, sabah ayinlerinden birisiydi. Bu serin bahar sabahında doğan güneşin ılık ışıkları yüzüne vuran çocuk, bu ayinin insanların içinde yarattığı şükran duygusundan olsa gerek, hissettiği yaşama sevinciyle farkında bile olmadan, yüzüne oturttuğu güven dolu bir tebessümle derenin sularında oynaşan dalgacıkları seyre dalmıştı. Her dakika yavaş yavaş yükselen güneşin ışığı bir anlığına, oltanın misinasında, keskin bir kılıçtaki gibi parlayıverdi. Sabah rüzgârının dere boyunca taşıdığı serinliğin yüzünü yaladığı çocuk, başını uzun çalıların oluşturduğu yeşil koridora çevirdi. Bu, hayat dolu ancak bir o kadar da ürkütücü bir yalnızlıktı. Suyun üzerinde büyüyen halkaları gördüğünde mantar suya batmıştı bile. Yavaşça suya batmaya başlayan mantarın çektiği olta, elinden kaymaya başlamıştı ki, çocuk kendini geriye çekti. Misina daha kuvvetlice gerildi, kamış yay gibi eğildi. Çocuk sıktığı dişlerinin arasından  
“Demek o kadar güçlüsün. Büyük olmalısın.” dedi.  
 Dumuzi,  oltayı bir an evvel kıyıya çekmek için dereden adım adım uzaklaşıyor, bir yandan da oltayı sudan çıkarmak için kamışı kaldırmaya çalışıyordu. Geriye attığı birkaç adımdan sonra sırtına dokunan çalılar onu durdurdu. Oltasına takılan balığın büyüklüğünü bir an evvel görmek istiyordu. Var gücüyle kamışı kaldırdı, kamış iyice gerildi. Nihayet, suda kalmak için olanca gücüyle çırpınan koca balık etrafına sular sıçratarak sudan çıktı. Çocuk “Kocaman benekli bir alabalık!” diye haykırdı.
İriliğini gördükten sonra zafer anını kısa kesmemek için suya indirdiği balık, güçlü kuyruk darbeleriyle gümüş damlalarını etrafa saçıyordu. Dumuzi mağrur bir tebessümle balığın su yüzeyinde çırpınmasını seyre daldı. Zaman geçtikçe balığın oltadan kurtulma çırpınışları, daha uzun dinlenme molalarıyla kesilmeye başladı. Sessiz bir kabullenişin, çaresiz bir sessizliğe karıştığı bu dönemlerin uzaması, balığın gücüyle birlikte oltadan kurtulma umudunun da tükenmekte olduğunu gösteriyordu. Bu Dumuzi’ye hayatın sona erişini hatırlatmış olmalı ki, yüzündeki gurur tebessümü acının gerdiği donuk bir sırıtışa dönmüştü. Bu durumu daha fazla uzatmak istemedi. Balığı dereden çıkarıverdi. Ödülünü kıyının çamuruna bulamak istemeyen Dumuzi, havada çırpınan balığı güçlükle yakaladı; elinde tutmak zordu. Bacaklarının arasına sıkıştırarak oltayı balığın ağzından güçlükle çıkarabildi. Balık koyulduğu kovada hala çırpınmakta, kovanın kenarına kuyruğuyla vurmakta ve kovayı sallamaktaydı. Balığın kovanın içinde çırpınışını seyreden Dumuzi, arkasındaki çalılardan gelen hışırtıyla irkildi. Korkuyla bir adım geriye çekilerek çalılara döndü. “Kim var orda?” diye haykırdı. Sesi titriyordu. Önündeki çalılar hışırtıyla iki yana yarıldı. Yarılan çalıların arasından uzun boylu, omuzlarından ayaklarına kadar inen beyaz entari giymiş yaşlı bir adam belirdi. Adam uzun kollarıyla ayırdığı çalıları büyükçe bir adımla geçerek çocuğun önünde durdu. Gözlerinde yaşlı insanlara has bilge bir bakış olan adamın göğsüne düşen aksakalında sabah güneşinin kızıllığı parlıyordu.  Çocuk yaşlı adamı görünce saygıyla olduğu yerde dizleri üzerine çökerek başını önüne eğdi.
“Günaydın kutsal peder İsois!”   Peder tebessüm ederek,
“Günün aydın olsun Dumuzi, nasıl balık tutabildin mi?”
Dumuzi ayağa kalktı ve kovanın içinde hala çırpınan balığı gösterdi. Peder coşkuyla ellerini havaya kaldırdı. Sanki onları gökyüzünde her an seyretmekte olan tanrıya şükranlarını sunuyordu.
“Sevgili oğlum! Usta bir balıkçı olmuşsun. Seninle gurur duyuyorum.”
Kollarını açarak Dumuzi’ye doğru bir adım attı; çocuğu omuzlarından tutup baştan aşağı süzdükten sonra,
“Artık genç bir erkek oldun. Annen de seninle gurur duyuyor olmalı” dedi.
Peder, taze günün kokusunu almak ister gibi derin bir nefesle ciğerlerini doldururken etrafına bakındı.
“Sabah yürüyüşüne çıkmıştım. Burada olabileceğini düşündüm. Köye belki birlikte döneriz.”
Az önce arkasından kapanıveren çalıları eliyle işaret ederek Dumuzi’ye yol gösterdi. Yerde duran oltasını kapan Dumuzi, pederin açtığı çalı yarığına daldı. Yarığa daha bir adım atmıştı ki, durup geri döndü.
“Bu açılan çalı bana kutsal kitabımızda anlatılan bir olayı, Musa peygamberin Kızıl Denizi yararak kavmini karşı kıyıya geçirmesini hatırlattı saygıdeğer peder.”
Yürümeye devam etti. Çocuğun arkasından çalıya giren peder, bir yandan elinde tuttuğu asa ve uzun koluyla kapanmasını engellediği çalı vadisinde yürürken bir yandan da güven veren sesiyle konuşuyordu.  
“Sevgili oğlum! İnsan Tanrının şefkatine muhtaçtır. Tanrı, içimizde her ne varsa kutsal kitabında onu bize bildirmiştir. Denizin yarılması mucizesi, tanrının şefkatine muhtaç insana tanrının açılan kollarıdır. Günlük hayatımızda yaşadıklarımızın bize kutsal kitapta anlatılanları hatırlatması bu nedenledir. Şüphesiz söylenen sözlerin en doğrusu Tanrı’nın sözüdür”
Dumuzi çalının onu tutmak için her yandan uzanan kollarından kurtulduktan sonra geriye dönerek pederin çalılardan çıkmasını bekledi. Peder arkasında hışırtıyla kapanan çalının önünde durarak derin bir oh çekti.   
“Tanrı bizi kendinden bahşettiği ışıkla yaratmıştır. Biz içimizde Tanrı’nın ışığını taşırız. Tanrı’yı içimizde hissetmemiz, her yerde onun mucizelerini görmemiz ve her an onu hatırlamamız gayet doğal değil mi?”
Dumuzi, “Tanrının beni sevdiğini bilmek beni mutlu ediyor peder.“ dedi. Peder “Evet” der gibi başıyla tasdik etti. Kendini güvende hisseden her mutlu çocuğun uyanan merakı Dumuzi’yi de esir almıştı.
“ Saygıdeğer peder! Kızıl Deniz nerededir? Köyümüze uzak mıdır?”
“ Evet oğlum hem de çok uzak. Dünyanın öteki ucundadır.”
Zihninde birbiri arkasına bir sürü sorunun sıralandığı sabırsız bakışlarından belli olan çocuğun sorularının devam edeceğini anlayan peder, buna fırsat vermeden,
“Tanrı bizi sevgisinden severek, özeninden özenerek yarattı.” diyerek az evvel yarım kalan konuya devam etmek istediğini belli etti. Peder iki eliyle önlerinde uzanan yeşil ovayı göstererek,
“ Dumuzi! Tanrı şu güzellikleri biz kulları için yarattı.” dedi. Elini çocuğun omzuna koydu. Yüzünde babacan bir tebessüm vardı. Birlikte yürümeye başladılar. Yüzünde beliren muzip bir gülümseme ile Dumuzi’nin yüzüne bakarken peder,
“Yârinki vaazımda bu konuyu anlatacağım. Bu nedenle daha fazla konuşmamalıyım; yoksa vaaza gelmezsin.” dedi.
Dumuzi heyecanla,
“Bu mümkün değil. Sizi dinlemek her zaman beni rahatlatıyor.”

Önlerinde göz alabildiğine uzanan çayırın uzamış otları içerisinde adımlarını yüksek atarak zorlukla yürüyen Dumuzi ve peder köyün yolunu tuttular. Ayaklarını gizleyen otların üzerine yayılan entarisinin eteği ile Peder, otların üzerinde sanki uçuyor gibi görünüyordu. Uçmak deyince, değil ki bu manzara, köylüler peder İsois’i uçarken görseler bile hiç şaşırmazlardı.


Yorumlar