Çizgilerin Efendisi - 2.Bölüm
Ağaçların serin gölgesi karşı
konulmaz davetkârlığıyla sanki beni çağırıyordu. Yavaşça indim. Şoförümüzün,
güzel bir hanıma karşı unutkanlığını affettirmenin ötesinde, abartılı iyi niyet
gösterisi sergilediğini tahmin etmek zor değildi. Benimle birlikte diğer
yolcular da sıkıldıklarını belli edercesine birbirleriyle fısıldaşıyorlardı.
Ama onlar kendilerini bahçenin serin davetkârlığına kaptırmamış, araç hemen
hareket edecekmiş gibi hazır bekliyorlardı. Ben aracın bir kaç adımlık
mesafesinde dolaşıyor, serin rüzgârın yüzümü yalamasının tadını çıkarıyordum.
Tanımadığım pek çok farklı kuş sesinden oluşan müziği dinliyordum. Bu sürenin
biraz daha uzamasını dilerken bir yandan da sanki üzerimde odaklanan bir bakışın
tedirginliğini duyuyordum. Etraf bu hissimi anlamsız kılacak kadar kimsesizdi.
Bende gözlendiğim hissini uyandıran gözleri bulmak için etrafı iyice taradım.
Kimse yoktu. Etrafa bakınmam meyvesini hemen verdi ve az ilerde bir bank
olduğunu fark ettim. Böyle sıcak bir yaz gününde, böyle serin bir bankta oturup,
kuş seslerini dinleme fırsatı kolay kolay her şehirliye nasip olmaz diye
düşündüm. Zaten şoförümüz de görünürlerde yoktu. Kendi kendime “Hanımın valizini
taşımakla kalmadı gardırobunu da yerleştiriyor.” diyerek mırıldandım.
Tereddütsüz banka yöneldim. Ömrü büyük beton bloklarının arasında geçmiş benim
gibi birisi için burası cennetten bir köşe sayılırdı. Kendimi bankın üzerine
attığımda derin bir ürperti duydum. Duyduğum ürpertinin bahçenin serinliğinden
mi yoksa bir türlü kurtulamadığım izleniyor hissinden mi kaynaklandığını bilmiyordum.
Her şeye rağmen bank, dışarıdaki sıcak nedeniyle oturunca kolay kolay kalkılamayacak
bir yerdi. Her geçen an oturuşumu rahatlatmak için küçük hamleler yaptım. Kuş
sesleri, yavaş yavaş esen tatlı bir rüzgârın olgun dallarda çıkardığı dolgun ve
yuvarlak hışırtıya yüklenen bir ninniye dönüşüyordu.
Bankta arkaya bıraktığım boynumdaki
ağrı bulanık zihnimdeki tek belirgin kıpırdanmaydı. Ağrı dayanılmaz bir hal
aldığında daldığım tatlı uykumdan beni çekti aldı. Boynumu düzeltebilmem zor ve
acı verici oldu. Başımı doğrulttuğumda dehşet içinde fark ettiğim ilk şey, az
ötede olması gereken yerde aracımızın olmadığıydı. Ne kadar uyuduğumu ve yoğun
öğlen sonrası mesaime yetiştirip yetiştiremeyeceğimi anlamak için saatime
baktım. Saatim yoktu. Saatimin çalınmış olmasından daha vahimi, saatime bakmak
için kalın kaba kumaştan dikilmiş gri ceketin kolunu sıyırmak zorunda kalmamdı.
Bu ceket benim değildi. Üzerimdeki, lacivert pahalı elbisem yerine, cepleri
bile olmayan gri bir pantolon ve astarsız bir ceketti. Ceketin altında yeşil
bir fanila giymiştim. Fanilayı çekiştirirken “Aman Allah’ım olamaz bunu da mı?”
isyanı dudaklarımdan dökülürken, zihnim bu kadarının beni uyandırmadan nasıl
yapabileceklerini düşünüyordu. Çaresiz kalmıştı. Bilgisi ve tecrübesinin bu
soruya cevap vermeye yeterli olmadığı anlaşılıyordu. Başımı hangi yana çevirsem
üzerimde bir şeylerin artık olmadığını fark ediyordum. Hızla yerimden kalktım.
Evrak çantam aklıma geldi. Araçtan inerken yanıma alıp almadığımı
hatırlayamadım. Etrafa bakındım yoktu. Önemli ve gizli belgelerin olduğu
çantamın kaybolması canımı iyice sıkmıştı. Sanki rüyadan uyanacakmışım da her
şey düzelecekmiş gibi tekrar yerime oturdum. Tekrar tekrar her şeyi kontrol
ettim; ama üzerimde bana ait hiçbir şey yoktu. İlk şaşkınlığım biraz
hafifleyince bunu kim, nasıl yapar diye düşünmeye başladığım. Öfkeleniyordum.
Bu kötü bir şaka olmalıydı. Kim üzerimde ne varsa bu kadar kısa sürede ve bana
hissettirmeden değiştirmiş olabilirdi? Aklıma beni ürperten o bakışın sahibi
geldi. Gerçi onu hiç görememiştim ama hissetmiştim. Aklıma başka izah
gelmiyordu. Derken zihnimde şimşek çaktı. Buradan kurtulmak isteyen bir deli,
elbiselerini bana giydirmiş, beni kendisinin yerine burada bırakarak, yerime
geçip, çıkıp gitmişti. Bana benzediği açıktı. Yoksa şoför ve diğer yolcular
bunu hemen anlardı. Ama bir insan diğerine ne kadar benzeyebilir ki? Arkadaki
yolcular beni pek görememiş olabilirlerdi, ama şoför yanında oturduğum halde
beni başkasından nasıl ayırt edemezdi? İçime derin bir korku yerleşti. Bu
kadarını yapan daha neler yapmazdı ki? Belki işimi de elimden almıştı. Belki de…
Öfkeyle yumruklarımı sıktım.
Yaşadıklarımın rüya olmadığını
anlamıştım. Harekete geçmeliydim. Hızla kalktım. Yerleşkenin içinde dağılmış
haldeki binaları tek tek dolaşmaya başladım. “Başhekimlik” tabelasını
gördüğümde derin bir nefes aldım. Koşarak binaya girdim. Kapıdaki görevli “
Hoop nereye?” diyerek ceketimi arkamdan tutarak beni zorla durdurdu. Görevlinin
bu kaba hareketi canımı sıkmıştı. Hışımla geri döndüm. “Ne yapmaya çalışıyorsun?
Daha kibar olabilirsin. Görüyorsun acelem var” dedim. Sert tepkim utandırmış
olmalıydı. Yüzünde arsız bir tebessüm belirdi. “Affedersiniz efendim. Sizi de
şey sandım..” Aslında deli diyecekti. Yüz vermedim. “Başhekim beyi görmek
istiyorum. Önemli bir mesele var ve ne yazık ki benim vaktim yok, derhal görmek
istiyorum” Adam kolumdan tutarak, yanındaki sandalyeyi gösterdi.
“Efendim siz burada
istirahat buyurun” dedi. Ben gönülsüz de
olsa gösterdiği sandalyeye oturdum. Adam telefonu açtı konuşmaya başladı. Ne
konuştuğunu duyamıyordum. Umurumda da değildi. Bu olay bir an evvel açıklığa
kavuşmalı ve işimin başına dönmeliydim. Randevu aldığım firma yetkilileri ile
görüşmemi bitirmeliydim.
Saygılı bir ifadeyle “Sekreteriyle görüştüm, Başhekim bey
meşgulmüş, biraz beklemeniz gerekecek” dedi. Hışımla saatime baktım. Gri kaba
ceketimin sıyırdığım kolunun altından çıkan çıplak bileğimle, bir kez daha yüz
yüze geldim. Adamın beni izlediğini bildiğimden “Saatimi de almışlar.” dedim.
Yine terlemeye başlamıştım. “Başhekim beyi içerde bekleyebilir miyim?” . Adam
tereddütsüz “Tabii neden olmasın merdivenleri çıkın soldaki oda.” dedi. Sözünü
bitirmeden ayağa kalktım. Merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladım.
Araladığım kapıdan içeri süzüldüğümde genişçe bir odanın ortasına konmuş
masanın arkasındaki sarışın kadın ile göz göze geldim. Kadın umursamaz bir
tavırla üzerinde yağlı boya tablolarının asılı olduğu duvarın dibindeki koltuğu
göstererek “Oturun. Tansel Bey şuan meşgul. Birazdan sizinle görüşebilir.”dedi.
Döşemenin çıkardığı sesleri azaltmak için
ürkek fakat bir o kadar da rahatlamış olarak gösterilen koltuğa yöneldim. Beni
dinleyecek aklı başında birine, yaşadığım kâbusu anlatabilecek olmamın verdiği
rahatlık konuşma isteğimi artırmıştı. Fakat kadın bir an olsun yüzüme bile
bakmıyor, sürekli çalan telefonla konuşurken önündeki kâğıtlara notlar alıyor,
biryandan da bilgisayarda bir şeyler yazmaya çabalıyordu. Telefonun çalmadığı bir an “Resmi seviyorsunuz
sanırım” dedim. Kadın donuk bir bakışla dik dik bana baktı. Konuşmaya devam
etmem şart olmuştu. “Tablolar” dedim “Buraya güzel bir hava vermiş…” kadın hâlâ
bir ölünün hayata bakışındaki soğuklukla bana bakıyordu. Bir müddet sonra gönülsüzce
“Hı, evet severim.” Çalan telefon imdadıma yetişmişti. Bu deli saçması sohbeti
devam ettirecek takatim yoktu zaten. Koltuğa iyice yerleşip beklemeye başladım.
Yaşadığım kâbusun bu kapının arkasındaki kişi tarafından sonlandırılacağı
düşüncesiyle beklemek hiç de zor değildi.
Ne kadar beklediğimi unutmuştum.
Zaten ne zaman zihnimi boş bıraksam ipinden boşalan haylaz bir keçi gibi bilmediği
otlaklarda çekinmeden kaybolurdu. Yine
öyle oldu. Doymak bilmez zihmin, hayal
otlağında kaybolup gitmişti. Kadın, karşımda gözlerimin içine bakarak “Tansel
Bey müsait. Sizi dinleyecek.” dediğinde hızla ayağa kalktım. Kadının asabi
davranışından beni hayal otlağından alıp gelmesinin uzun sürdüğü anlaşılıyordu.
Yarım açık kapıya doğru yöneldim. Adımımı içeri atar atmaz yere kadar inen
geniş bir pencerenin önünde duran büyükçe ceviz bir masanın arkasındaki kır
saçlı adamı gördüm. Zarif bir el hareketiyle masanın hemen önündeki sandalyeyi
gösterdi. Oturdum. Söze onun başlamasını ve ne istediğimi sormasını
bekliyordum. Ama ne gezer, adam önündeki kâğıtlara küçük notlar alıyor, çiziyor
yeniden yazıyordu. Yazılan bir metni düzelttiği açıktı. Beklemeye devam ettim.
Fakat başhekimin neden geldiğimi bir türlü sormaması canımı sıkıyordu. İçimde
önleyemediğim bir konuşma isteği sessizliğimi bozmama neden oldu. “Efendin
neden buraya geldiğimi arz edeyim.” Adam başını kaldırmadan “Dinliyorum” dedi.
“Efendim ben ülkemizin saygın bir bankasının görevli personeli olarak bu şehre gönderilmiş
bulunmaktayım. Ama ne yazık ki ancak filmlerde olabilecek bir tuzağa düşürüldüm." Sanki bu cümleleri her gün dinliyormuş gibi bu çarpıcı girişim bile adamın
dikkatini çekmedi. Ama ben yaşadıklarımı sonuna kadar anlatmaya kararlıydım.
“Bindiğim araç bir yolcusunu indirmek için hastane yerleşkesine girdi. Şoförün
yolcunun valizini taşımasını beklerken hemen oracıkta bulunan bir bankta
serinliğin tadını çıkarmak isterken uyumuşum. “
Uyumuşum tabiri aşağılayıcı geldi. Çünkü ben her yerde sık sık uyuyan
biri değildim. Düzelterek “Biraz içim geçmiş..Uyandığımda işte bu halde buldum
kendimi.” Ayağa kalkarak kollarımı iki yana açtım ve öylece durdum. Adam
nihayet bakışlarını bana çevirdi. Bana baktığı süre boyunca kollarım her iki
yana açılmış olarak bekledim. “Ayakta kalmayın oturun” dedi. “Efendim üstelik
yanımdaki evrak çantamı da almışlar. İçinde ticari sır sayılabilecek evraklar
vardı.” İlgisizliği canımı sıkmaya
başlamıştı. Yaşadıklarımı daha çarpıcı nasıl anlatabilirdim? “Muhtemelen burada
kalan şeylerden biri… yani bana benzeyen biri benim yerime geçerek buradan
kaçmış olmalı. Yıllarca bu anı beklediğine eminim. Zaten bankta otururken
gözetlendiğimi hissetmiştim. Düşünsenize delinin biri şuan benim yerime geçmiş
dışarıda geziniyor. Belki işimi de elimden aldı. Ya? Belki de … Nişanlım? Hayır!
Ama o beni ben olmayan benden ayırt edebilir. Aman Allahım! Delireceğim.” Adam nihayet yükselen sesime
tepki verdi. “Şiii, sakin olun! Olur mu öyle şey? Bakarız çaresine.”
“Efendim şehrinize geçici bir görev
için gelmiş bulunuyorum. İşlerimi tamamlayıp dönmem lazım.” Adam babacan bir
tavırla elini kaldırdı. “Sakin olun hallederiz.” Biraz sakinleşmiştim. “Anlatın
bakalım ne işle uğraşıyorsunuz?” Bu soru çok hoşuma gitti. “Efendim kredi
taleplerinin mahallinde incelenmesinden sorumluyum. Raporlar tanzim ediyorum.”
Adam fareli köyün farelerini peşine takan kavalın sesi gibi büyülü bir tonda
konuşuyordu. “Ne tür bir inceleme bu?” Derin bir nefes alarak uzun bir
konuşmaya başlayacaktım ki, içim kıpır kıpır oynaşmaya başladı. Bedenim yerinde
dursa ruhum dans ediyordu. Adam soruyu sorduğunda, o ilk anda, zihnimde beliren
aklı başında tek cevabı da yitirdim.
Çingene panayırına dönen zihnimin karmaşası içinde, gölgesini bir bulup
bir kaybediyordum. Tam yakalayacaktım ki, rengârenk elbiseler giymiş kadınlar
ile siyah elbiseler içindeki delikanlıların enstrümanlarından
dökülen kıvrak melodileri beni çepeçevre sardı. Delikanlıların beyaz gömleklerinin
boyunlarına bağladıkları renkli boyun bağları ile kadınların çapkın etekleri
müziğin ritmiyle birlikte oynaşıyordu. Mahcup bakışlar, işveli göz süzmeler,
oynak çıplak beyaz omuzlar... Aklım başımdan uçuvermişti.
Peşine düştüğüm gölgeyi unutuverdim.
Elimi astarsız ceketimin cebine soktum; elime düzgünce bir çakıl taşı geldi.
Taş o kadar yuvarlak ve pürüzsüzdü ki, elimden bırakamıyordum. Adamın yüzüne
baktım, adam hafifçe tebessüm ediyordu. Zihnimde sürüp giden tüm karmaşaya
rağmen, bir ses az önce adamla sürdürdüğüm konuşmayı tekrarlayıp duruyordu.
“Kendini topla!” diye bağıran ses yavaş yavaş azalmaya ve kanımı kaynatan
şamata ise artmaya başlamıştı. Elimdeki çakıl taşını ağzıma alıp, ağzımın
içinde bir oyana bir bu yana dolaştırmak istiyordum. Ama o azalan ses, buna
şiddetle karşı çıkıyordu. Ne söylediğini artık tam olarak duyamıyordum.
“Saygınlık, bankacı, rapor ...” Artık daha fazla dayanamadım. Çakıl taşını bir
hamlede ağzıma atıverdim. Çakıl taşını o yumuşak hatlarıyla ağzımda bir o yana bir
bu yana dolaştırırken tüm bedenim de bir oyana bir bu yana sallanıyordu. Bir an
gözüm adama takıldı. Yüzündeki tebessüm iyice artmış, kahkaha atma evresine
iyice yaklaşmıştı. Taşı elime aldım. O zamana kadar dikkatimi çekmeyen bir
şeyin farkına vardım. Taşın üzerinde küçük gözenekler vardı. Taş ağzımdan ilk
çıktığında bu gözeneklerin üzerleri kapalıydı. Ama biraz bekleyince bu
baloncuklar birer birer patlamaktaydı. Bunu anlatmak için heyecanla adama doğru
eğildim. Adam, katıla katıla gülmekteydi. Aklımdan geçenleri okumuş olduğunu
anladım. O da buluşumdan etkilenmişti. Gözlerinden akan yaşları silerken
masasına indirdiği küçük tokatlarla gülmeye devam ediyordu. Bir ara kapıya
bakıp beni işaret etti. Başımı çevirdiğimde kapıda tebessüm eden bir kadın
gördüm. İçeri beyaz önlüklü iki adam geldi. Kollarımdan tutarak odadan
çıkardılar. Adam kahkahasına verdiği kısa bir arada arkamdan “Bakalım yarın
hangi hikâyeyle geleceksin.” diyerek bağırdı. Çakıl taşım düşmesin diye direniyordum.
Fırsatını bulup ağzıma tekrar atıverdim. Uzun koridorlardan, demir kapılardan
geçtik, geniş bir odaya girdik. Odanın kenarlarında yataklar, ortasında ise iki
masa ve sandalyeler vardı. İçeride elbisesi elbiseme benzeyen, saçı benimkinin
aynı, bir sürü adam vardı. Şaşırmıştım. Beni odanın ortasına bırakan adamlar
saygılı bir selam vererek odadan çıktılar. Etrafıma toplanan kalabalığa biraz
daha dikkatli bakınca kahredici benzerliği fark ettim. Bu adamlar tıpkı bana
benziyordu. Ağzımdaki çakıl taşını çıkararak kimse görmeden cebime koydum. Bunu
görürlerse aynısını onların da yapacağını biliyordum. O zaman ben kendimi
onlardan nasıl ayıracaktım, kaybolursam kendimi nasıl bulacaktım?
Fahreddin FIRAT
Yorumlar
Yorum Gönder