Kayıtlar

Kısa Öykü etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Sarhoş

  Tabi ki oturabilirsiniz. Müsaade edin şu dosyalarımı alayım. Buyurun şimdi oturun. Öteki olsa bu dosyaların yere bu şekilde konulmasına şiddetle karşı çıkardı. Efendim ben muhasebeciyim, bunlar şirkete ait belgeler. Malum bugün Cuma, hafta sonu çalışmak için yanıma almıştım. Bilirsiniz alkol insanları farklı farklı etkiler. Sizi rahatsız edersem lütfen beni uyarın. Anlayışınız için teşekkür ederim. Kendimi tanıtmama izin verin; ismim Ali Orhan, az evvel söylediğim gibi muhasebeciyim.   Bayım sizi bu barda daha önce hiç görmedim; ilk defa mı geliyorsunuz? Demek ilk defa geliyorsunuz. Yükselen yeni şehrin kenara ittiği, pek değişmemiş yerdir buralar. Buraya tesadüfen yolu düşmez insanın. Yeri boş kalmış bir kayıp, geçmişten koparılamayan bir bağ veya ne aradığını bilmeden umutsuzca geçmişi eşeleme arzusu olabilir sizi buraya getiren. Ya da ruhsuz bir tesadüfler dizisidir sizi buraya getiren. Kusura bakmayın sizin burada olma nedeninizi kurcalamak gibi bir niyetim yok. Kimsen...

Hiçlik

  Nisan ayının buğulu günlerindendi. İri kayaların denizi durdurduğu sahilde, bol zamanımın dakikaları üzerinde dans ederek yürüyor; sık sık durup aramıza girmiş kayaların ötesindeki dingin denizi seyrediyordum. Bu sahili bilirim. Sonbaharın bitimiyle tüm kış öfkesinden yanına yaklaşılmaz. Kayalara çarpan öfkesiyle homurdanırken, avına uzanan canavarın pençeleri gibi dalgalarını kıyıya uzatır.   “O öfkeli canavar şimdi derin sularda dinlenmeye çekilmiştir. “ diye aklımdan geçirdim. İskeledeki yalnız bankta oturan yaşlı adama gözüm ilişti. Yaşadığı uzun yılların şahidi ak saçları hafif rüzgârda dalgalanıyor, dağılan saçlarını kayıtsızlıkla her seferinde düzeltirken gözlerini diktiği noktadan ayırmıyordu. Uyuyan canavara bir şeyler mi fısıldıyordu? Yoksa denizden beklediği biri mi vardı? Sevdiği birini deniz mi almıştı? “Kim bilir bu uzun hayata kaç hikâye sığdırmıştır.” diye mırıldandım. O ana kadar rotasız gezinen ayaklarım beni iskeleye taşıdı.   Yarım kalkan kaşın arkas...

Siğil

  Ben iyiliksever bir insanım. Babam hep söylerdi “tenkit etme evladım, düzelt” diye. Yardımseverliğim bundan olsa gerek. Yanlışa dayanamam, hatayı görmemezlikten gelemem, noksana “bana ne” diyemem. Bebek arabasından sarkıp yerde sürünen örtüyü gördüğümde o an hayatımda başka ne varsa kaybolur.   Yolcusunun kapıya sıkışan pardösüsü için taksinin arkasından saatlerce koştuğum olmuştur. Her an uçuşacak bir gazete titreşirken rüzgârda,   o masada tedirgin olurum. Başka hiçbir şeyi düşünemem.   Bana gülüyorlar biliyorum. Ama küçük ihtimaller ormanında yaşamıyor muyuz?   O küçük ihtimaller ki küçük dikenleri olan koca çalılıklar gibi çepeçevre sarmamış mıdır bizi? Görmezden gelinen her ihtimal, küçük dikenler gibi canımızı acıtmıyor mu? Ben böyle biriyim. Bu huyum nedeniyle bugün buradayım. Hep kaçtığım kalabalıkların tam ortasına düştüm.   Yamuk duran bir kravat, düzgün kapanmamış etek fermuarı, dosyadan başlarını çıkarmış kâğıt tomarları arasında aklımın cehen...

Pişmanlık

  Yıllar önce genç bir mühendis olarak, kiralık ilanı asılı yan evi sormak için çaldığım kapının önündeydim. O günlerden kalan yeşil renk ancak pencere kenarlarında güneşin ulaşamadığı yerlere sığınmıştı. Griye dönmüş evin, solan boyasını uzun çatlaklar parçalara ayırmış, yer yer dökülen sıvaları derin yaralar bırakmıştı. Sararmış camları, boyası dökülmüş çerçeveler tutuyordu. Çöken çatıya uyan yağmur oluğu dalgalı bir hal almıştı. Bahçe kapısından iç kapıya kadar uzanan beton yol, derin çatlaklarla, sanki hiçbir zaman bir arada olmamışlar gibi birbirine yabancı parçalara ayrılmış, yabani otlar yarıkları doldurmuştu. Kader ortağı gibiydik. Bir zamanlar içimi dolduran, beni yaşatan aşkım kurşun bir bilyeye dönüşerek içime çökmüştü. O da çatısı altında yaşattığı hayatları bir bir kaybettiği için çökmekteydi. Paslı demir kapı,   yıllar öncesinden hatırladığı eski bir dostuna selam verir gibi derinden inledi.   Evin ön bahçesindeki çardak hâlâ oradaydı. Boyaları dökülmüş,...

Kral Kazuratkusan

  Gecenin sessiz karanlığı şehrin üzerini kaplamıştı. Geçici de olsa huzura en yakın olduğu zamanlar bu zamanlardı. Şehrin huzurlu uykusu sarayın açılan devasa kapısından hızla çıkan altı besili siyah atın çektiği arabanın çıkardığı gürültüyle bozuldu.   Araba sokaklardan yıldırım gibi ilerlerken tekerleğin taş yolda çıkardığı seslere ilave olan nal sesleri, sokak sokak tüm şehirde geceyi ayağa kaldırıyordu. Araba iki katlı taş konağın önünde durduğunda getirdiği gürültü sokak boyunca devam etti.   Sürücü dizginlere tüm bedeniyle asılsa da terli atların homurtularını, tepinmelerini ve yenilen kırbacın hıncıyla kabaran hırçınlıklarını zapt edemiyordu. Arabanın acılan kapısından inen asker sokağı kolladıktan sonra konağı baştan aşağı süzdü. İri adımlarla kapıya doğru yürüyerek koca yumruğuyla kapıyı dövmeye başladı. Kapıya inen yumruk darbeleriyle tüm sokak inliyordu. Konağın açılan penceresinden yaşlı bir adam aşağı sarktı. “Kimsin, ne istiyorsun?” Asker kapıyı yumrukl...

Bozkır Çiçekleri

Bozkır çiçekleri hızla açar. Bilirler ki, son yağmurdan sonra fazla zamanları olmayacak. Bizimkisi de böyle bir şeydi. Aşkımız bir bozkır çiçeği gibi hızla açıverdi. Ameliyathaneye hızla yol alan sedyemin üzerinde tavandaki ışıkları kayıtsızlık içerisinde bir bir sayarak geride bırakırken, koridorun ilaç kokan havası yüzümü yalamaktaydı. Ani hareketlerle bir sağa bir sola sallanarak süren yolculuğum, sedyenin iki kanatlı büyük kapıya hızla çarpmasıyla sona erdi. Kapı çarpmanın etkisiyle sonuna kadar açıldı. Burası tamamen boş ve penceresiz bir odaydı. Sedyeyi bir kenarına yerleştirdikten sonra üzerime eğilen genç adam “Ameliyat sıranızı burada bekleyeceğiz. “ derken, beni yüreklendirmek ister gibi, hasta önlüğünün üzerinden elini omzuma koydu. Beklemek sorun olmasa diye düşündüm. İnsanın ömrü hep bir şeyleri beklemekle geçmiyor mu? Hep bir şeyleri beklemekten yaşamaya zaman bulamadığımız olmuyor muydu? Ancak bu bekleyiş başkaydı. Beynimde tik tak tik tak işleyen bir saat varken bekleme...

Takma Kol

İnsansı bir saplantıdır ki muhtemeller, olasılıklar evreninden kurtulup gerçek evrene bir bir indirgendiklerinde, inanmaya meyilli zihinlerce mucize olarak yorumlanır ve tanrının varlığına bir delil olarak ileri sürülür. Ancak bunlar, olasılıklar evreninde potansiyel varlıklarını sürdürseler, inkâra meyilli zihinlerde tanrının yokluğuna yorumlanırlar. Fakat olasılıklar evreninin ne tanrının varlığını ne de yokluğunu vuzuha kavuşturma çabası söz konusudur. Bu, insan beyninin evrenin olağanüstü karmaşıklığı karşısındaki kör basitliği ve sınırlı boyutlara mahkûm oluşundandır. İnsan basiti karmaşıklığa, bütünü detaya tercih etme eğilimindedir... [1]  M- şehri, kuzeyi baştan başa yüksek dağlarla kuşatılmış ovaya karşı, sıradağın eteklerindeki dar düzlüğe tutunmuştu. Orman, sırtını yasladığı dağın heybetinden aldığı vahşi güç ile çatık kaşlarını yamacındaki şehre dikmiş, onu bir adım daha atamayacak halde tutunabildiği dar düzlüğe hapsetmişti. Çamın pek çok türünü sinesinde barı...

Ceset Çiçeği

Beni neyin uyandırdığını anlayamadım. Saat kaçtı bilmiyorum. Odanın karanlığı bedenimi benim için bile görünmez kıldığından, bilincim karanlık boşlukta asılı duruyordu; zamansız, zeminsiz ve bedensiz... Daha öncesi olmayan yabancısı olduğum bir ruh haliydi üzerimdeki. Belli belirsiz bir ürperti, korkuyla karışık derin bir düşünce, en korkulanla yüzleşme halinin çaresiz dinginliğiydi hissettiğim. Bilincim tekilliğini yitirmiş ve bölünmüştü. Kendi düşüncelerimi dinliyordum. Geçen her dakika, zaman ve mekân kavramlarının zayıflamakta olduğunu hissediyordum. Odamda olduğum ve kendi yatağımda yattığım bilgisi, bir evvelki günün anıları, bir sonraki günün planları, yani o geceyi geçmişi ve geleceği olan bir zaman parçası olarak idrakime çivileyen düşüncelerim, sönükleşiyordu. Sönükleşen bu düşüncelerin yerlerini keskin bir korku alıyordu.   O an “Ölmek böyle bir şey mi acaba?” diye mırıldandım. Cevap beklemediğim bu soruma aldığım “Evet” cevabı beni şaşırttı. Zihnimde bu cevabın izleri...

Azrail

Resim
Sabahın kovduğu kuytulardan çabucak dönen akşam karanlığı, şehrin dumanlı havasını yine karartmıştı. Şehrin üzerine çökmüş duman, kış akşamının erken karanlığı altında görünmez olsa da her solukta ince bir ciğer sızısı olarak varlığını hissettiriyordu. Şehir yine uzun, yine karanlık ve yine yalnız bir geceye hazırlanmaktaydı. Gece ki, kulaklarına yalnızlıklarını fısıldayacağı insanların, bundan kaçışlarının kör çıkmazlarda son bulmasını, sarıp sarmalandıkları kalabalıkların tel tel çözülerek ruhlarını çırılçıplak bir başlarına bırakmasını, sonsuza kadar sürecekmiş sanılan şehvetin diri meydan okuyuşunun takatsiz kalan bedenlerde sönüp gitmesini, tüm kaçışlarını tüketenlerin çaresiz bir kabullenişle ve tek başlarına kendisine dönüp gelmesini sabırla bekler. Gece ki, ışıyan sabah güneşini görmeyi umarak akşamdan sızanları bile karanlığın bir anında sessizliğinin dokunuşlarıyla uyandırır, kim ve ne olduğunu hatırlatır; sonra iflah olmaz yalnızlıklarını arsız yabani ot tohumları gibi...