Cennetten Kovuluş - 2. Bölüm

          Tanrı’nın sevgili kullarına bahşettiği üstünlükler tabii ki, kimseyi şaşırtmazdı. Peder İsois, kainatı yaratan Tanrı’nın adeta bu köydeki gölgesi, sesi ve nefesi idi. Tanrı sanki köy halkıyla peder aracılığıyla özel olarak konuşur, bu köye has şefkatini onun sevecen tebessümü ile gösterirdi. Peder her konuda tüm köylülerin güven ve saygısını kazanmıştı. O köyün her şeyi idi; hem ruhani lideri ve bilgesi hem yöneticisi, hem doktoru hem de öğretmeni idi. Köyde baş gösteren anlaşmazlıkları o çözer; herkes de o’nun önerdiği çözümü kabul ederdi. Peder İsois sahip olduğu engin bilgi ve Tanrı’nın desteği ile her sene kimin hangi ürünü ekmesi gerektiğini belirler; her yıl da onun bu isabetli kararıyla alınan bol mahsul köylüleri ve hayvanlarını doyurmaya yeterdi. Nereden geldiği, bir ailesi olup olmadığı bilinmeyen pederin hatta kaç yaşında olduğu bile köylülerce bilinmezdi. Köyün en yaşlısı olan Davut dede bile, Peder’in kaç yaşında olduğunu bilmiyordu. Yaşı konusunda Peder İsois’ten hiçbir tatminkâr açıklama alamayan köylülerce O’nun Tanrıya bağlılığı nedeniyle Tanrı tarafından ölümsüz kılındığı bile söylenirdi. Sadece ölümsüzlüğüne dair değil, yüce peder’in Tanrının izniyle ve onun gözüyle geleceği bile görebildiğine inanılırdı. Köylülere sorsanız bu inançlarını destekleyecek sayısız olayı bir çırpıda döküverirlerdi.  Bu konuda anlatılabilecek son önemli olay, pederin iki sene evvelki hasat bayramında Zehra ve Bünyamin’e verdiği müjde idi. Peder’in çektikleri acılarının Tanrı tarafından dindirileceği ve Tanrının onları yanına almaya karar verdiğini müjdeledikten kısa bir süre sonra Zehra ve Bünyamin Tanrıya kavuşmuştu.  
Zehra ve Bünyamin’in yaşadıkları, öyle bir çırpıda değinilip geçilebilecek türden bir olay değildi. Olay köylülere derin bir hüzün yaşatmış, büyük acılara katlanmak zorunda kalan insanların adım adım nasıl hayattan koptuklarının yaşayan bir örneği oluşmuştu. Büyük acılar böyledir. Önce zamanı alabildiğine yavaşlatırlar, yavaşlayan zaman taşınması zor, ağır bir yüke dönüşerek omuzlarda birikmeye başlar. Acının boyasıyla boyanarak aynılaşan zaman, insanın hayata katlanmasını sağlayan farklılık ve yeniliği yok etmiştir artık. Böylece yaşamın tekdüzeliği dayanılmaz bir hal alır. Bünyamin ve Zehra da evlatlarını kaybettikleri halde kendileri yaşamaya mahkum olan talihsiz insanların yaşadığı bu kaderi yaşamak zorunda kalmışlardı. Oysa evlilikleri bin bir umutla başlamıştı. Hele evlatlarının dünyaya gelmesiyle daha güçlü bir sevgiyle birbirine bağlanan Zehra ve Bünyamin, eşine az rastlanır bir mutluluğu yaşıyorlardı. Evlerini aşan mutlulukları köyün tekdüze gündemine sevgi ve aşkı yaşayan kavramlar olarak sokabilmişti. Tabi bu mutluluk, onları tanıyan herkeste, onu insana bahşeden tanrıya duyulan şükran duygularını artırmıştı.
Anne ve babasının engin hoşgörü ve sevgisi ile büyümekte olan küçük Musa’nın, köyün afacanları arasında haklı bir şöhret edinmesi uzun sürmedi. Kısa sürede merakı ve korkusuzluğuyla köy halkının tebessümle anlattığı hikayelerin baş kahramanı olmuştu. Köylülerin teke lakabıyla andıkları çocuk, küçük yaşına rağmen ahalinin mecbur kalınmadıkça uğramadığı yamaçları dolaşıyor, karşı konulmaz bir merakla buraları oyun alanına çeviriyordu. Musa’nın yaşıtlarında görülmeyen bu aykırılıkları da zamanla hayatın tekdüzeliği içerisinde sıradanlaşmaktan kendini kurtaramamıştı. Bu durum köye ulaşan bir haberle bir gün batımında birden bire değişiverdi.
Musa yamaçta ilk defa gördüğü bir yaban çiçeğini koparmak isterken tırmandığı kayadan düşmüştü. Yardım umuduyla büyük kayaya koşan köylüler zavallı yavrucağın toza bulanmış cesedine ulaşabildiler. Bu ölüm tüm köyü yasa boğmuştu. Ardı ardına sıralanan keşkelerin anlamsız kaldığı matem günlerinde tüm köy halkı hem çocuk için hem de evlatlarının acısını üstlenen bu anne baba için gözyaşı dökmüştü. Fakat acı sahibinin yüreğinde yanan yalnız bir ateştir. Tüm keder ve üzüntülerine rağmen köylüler zamanla eski hayatlarına döndüklerinde, herkes ailesiyle evine kapandığında yalnız acılarıyla baş başa kalan Zehra ve Bünyamin teselli bulmaz ıstıraplarını içlerine gömmek zorunda kalmışlardı. Her geçen gün köy ahalisinden, gündelik işlerden, köyün gündeminden uzaklaşmaya başlamışlardı. Hayatlarındaki tek teselli kaynağı kutsanmak ve dua etmek olan çift, sadece bunun için evden çıkar, mabette geçirdikleri uzun süreler sonunda evlerine tekrar kapanır, günlerce evlerinden dışarı çıkmazlardı. Artık köylüler, çifti sadece mabede bu gidiş ve dönüşlerinde görebiliyor, ayaküstü yapılan hal hatır sormanın dışında konuşamıyorlardı. Çekildikleri bu münzevi hayat köylüler tarafından da artık kabullenilmişti. Onların üstlenmiş oldukları ortak görevler köylüler tarafından itirazsız kabul edilmişti. Hatta içine çekildikleri bu acı denizinden kurtulamayacaklarını gören köy halkı, çiftin ihtiyaçlarını da karşılar olmuş, yiyeceklerini onlarla paylaşmaya başlamışlardı. O dönemde peder’in yeni çocukları olabileceği, doğacak çocuklarında teselli bulabilecekleri ve böylece hayatlarına devam edebilecekleri konusundaki telkinleri kabul görmemiş ve çift, bir türlü bereket mağarasına girmeyi kabul etmemişti. Bu yöndeki her telkine kendileri için bu hayatta hiçbir mutluluğun artık kalmadığını, hayatlarındaki tek umudun evlatlarını tekrar görecekleri cennete gitmek için Tanrının kendilerini yanına alması olduğunu söylerlerdi. Çiftin sürdürdükleri bu münzevi hayat, Pederin çiftin acılarının dindirilmesi için yaptığı dualarının Tanrı tarafından kabul edilmesine kadar sürdü. O yılki hasat bayramında Peder müjdeyi verdi. Bayramda konuşulan tek konu buydu. Tanrının bu çifti cennetine kabul edeceğini ve orada kaybettikleri oğulları ile mutlu ve sonsuz bir hayat süreceklerini, Zehra ve Bünyamin’in bu onura Tanrıya olan samimi bağlılıklarından kavuştuklarını ilan etti. Aldıkları bu müjde, çiftin acıyla donuklaşan yüzlerinde uzun süreden sonra tekrar, utangaç ta olsa, bir tebessümün belirmesine neden olmuştu. Köylüler dünya hayatının nihai hedefi olan cennete kabul edildiklerinden dolayı çifti tebrik ediyor, cennet ve cennetin nimetlerinden, orada vaat edilen sonsuz mutlu yaşamdan bahsediliyor, ne kadar şanslı oldukları dile getiriliyordu. Gerçi Zehra ve Bünyamin için coşkuyla kutladıkları bu müjdeyi köylüler kendileri için istemezlerdi. Tüm acısına, yokluk ve yoksunluğuna rağmen yaşadıkları bu hayatı hiçbir acının, yokluk ve yoksunluğun yaşanmayacağı cennete değişmezlerdi. Ama bu dünyada yeterince yaşadıktan sonra nihayetinde gidilebilecek böyle cennetin var olması herkesin içinde derinlerde bir yerde barınan “Yok olma korkusunu” dindirmekteydi. Bayram boyunca tüm köy halkı kendilerinin, şimdilikte olsa, ölmeyeceklerini bilmenin gizlenemez mutluluğuyla eğlenmiş; elde olmayan bir ölüm halinde gidebilecekleri bir cennetin varlığına şükretmiş ve bu dünyada yeterince yaşadıktan sonra gidecekleri cennette tekrar buluşacakları zamana kadar yaşayacakları geçici ayrılık nedeniyle çiftle vedalaşmışlardı. Saygıdeğer pederin müjdesi, hasat bayramından bir ay sonra gerçekleşti. Kısa süren bir hastalık dönemi sonunda karı koca aynı yatakta yan yana, el ele huzur içince Tanrıya kavuştular. Çiftin ölümüyle, köylüleri üzen bu acı hatıra da kısa sürede unutuldu. Ancak Pederin duası, Tanrıdan aldığı mesaj ve bu mesajın kısa sürede gerçekleşmesi köyde hiç unutulmadı. Tanrı katında bu kadar sevilen bir insanın, hatta bir yarı tanrının, kanatları altında yaşamanın eşsiz bir şans olduğunu söyleyenlerin yanında; bu mutlak güç karşısında derinden derine korkuya kapılan ve bu nedenle pedere bağlılığını büsbütün artıranlar da olmuştu.      

                Bu olayla Peder İsois’in etrafındaki gizem perdesi biraz daha koyulaşırken, köylülerin merakı sadece dillerinde asılı kalmış, nedendir bilinmez, dillendirdikleri bu merak hiçbir zaman tutkulu bir araştırmaya dönüşmemiş, zihinsel bir reaksiyonu başlatamamış ve köylüler arasında konuşulduktan sonra hemen unutulan günlük konulardan sadece biri olarak kalmıştı. Zaten bunu sorabilecek birileri çıksa da peder İsois, kendisiyle ilgili sorulan sorulara cevap vermez, bazen de “Ben de sizler gibi Tanrının fani bir kuluyum. “ diyerek soruları geri çevirirdi. Olur da cüretkar biri kendisi hakkında ısrarlı sorulara devam ederse, o hep gülen yüzündeki tebessüm kaybolur gibi olur, köylülerin hiç alışık olmadıkları şekilde, yüzüne öfkeyi gizleyen donuk bir ifade yerleşirdi. Bu herkes için ötesine geçilemeyecek bir sınırdı, bu bilinirdi. 

Yorumlar