Cennetten Kovuluş - 4. Bölüm
Ertesi sabah erkenden uyanan
Dumuzi, annesinin akşamdan özenle hazırlayıp odasına koyduğu temiz elbiselerini
çabucak giydi. Odasından çıktığında yeni yapılmış Pazar kekinin taze kokusunu
aldı. Pazar sabahlarının bu kokusu Dumuzi’yi her zaman alıp uzaklara, çok
uzaklara götürürdü. Babasının hayatta olduğu o mutlu günlere… Pazar günleri
yeni elbiseleri giydirilmiş olarak annesinin elinden tutarak salona
götürdüğünde babasının keyifle piposunu tüttürdüğünü gördüğü o günler;
mutluluğun o yaşlardaki bir çocuk için yapılabilecek yegâne tarifiydi. Ama
artık Dumuzi’nin mutluluktan ne anladığı da son zamanlarda değişmeye
başlamıştı. Mutluluk artık onun için içinde İnanna olmadan tarif edilemez
olmuştu. Annesinin sevgisine, babasının hatırasına ihanet sayılır mıydı? İçinde
derinlerde ince bir utanç duydu. Duyduğu bu utanç, hayaline düşen İnanna’nın gülümseyen
yüzü ile dağılıverdi. Annesini salonun ortasında temiz elbiseler içerisinde
hazır buldu. Annesiyle karşılaştığında yüzündeki tebessümün ona İnanna’yi
hatırlattığını düşünmedi bile. Düşünseydi, artık İnanna’nın hayatında annesine
eş bir yer taşıdığını anlar; belki de bunun için ayrıca utanç duyardı. Masanın
üzerinde salonun bir yanında duran iki piknik sepeti pazar ayininden sonra
tapınağın arka bahçesinde yapılacak güzel bir pikniğin habercisiydi. Kollarını
açarak annesine doğru koşan Dumuzi, derinde hissettiği gizli utancını gizler
gibi kadını sıkıca kucakladı.
“Her gecen gün babana biraz daha
benziyorsun Dumuzi”
Kadının sesi titredi. Devam etti.
“Bu beni bazen endişelendiriyor…”
Sözünü yarım bıraktı.
“Anne bu gün Pazar”
“Tamam tamam anladım. Seni böyle
görünce hep babanı hatırlıyorum. Onu çok özlüyorum. Keşke o da yanımızda
olsaydı; seni bu halinle görebilseydi. Hadi lafı uzatmayayım geç kalacağız.”
Köy meydanından tapınağa uzanan
kıvrımlı yolda aileler uzun bir insan zinciri oluşturmuşlardı. İkişerli üçerli
erkek ve kadınların oluşturduğu guruplar tapınak yolunun tatlı yokuşunu
çıkmaktaydılar. Atılan her adımda başlar öne eğiliyor, sonra tekrar kalkıyordu.
Sanki bu yol az sonra mabette başlayacak şükran ayinine insanları ruhen
hazırlıyordu. Aileler tapınağın içerisinde kendilerine ayrılan sıraları yavaş
yavaş doldurmaya başlamıştı. Tapınak, köyün ilk kurulduğu yıl köyde yapılan ilk
yapılardandı. Bir insan boyuna kadar
taşlarla örülen tapınağın kalanı kalın ahşap kirişler arasına yerleştirilen
pişmiş kil bloklarıyla örülmüştü. Köyün
bulunduğu vadinin bir tarafını kapatan tepenin eteklerinde inşa edilmiş tapınak
köye tepeden bakmaktaydı. Ardı ardına sıralanan üç kubbenin üzerini örttüğü dikdörtgen
büyük salonun iki uzun duvarını tek parça meşe ağaçları birbirine
bağlamaktaydı. Artık böyle büyük meşe ağaçları yetişmiyordu. Şimdilerde
ağaçların bodurlaştığı köyde bu tapınak köyün eski halini anlatmaktaydı. Üç
kubbenin hemen altındaki altışar küçük pencerenin renkli camlarından süzülen
ışık sütunları, duvarları ahşap oymalarla süslenmiş mabedin içine mistik bir
aydınlık vermekteydi. Tapınağın tepeye bakan yanında bulunan üzeri lale
desenleriyle bezenmiş kürsüye dört basamaklı bir merdivenle çıkılıyordu.
Kürsünün bulunduğu minberin etrafı çiçek ve hayvan desenlerinin işlendiği zarif
bir korkulukla çevreliydi. Minberin arkasında tüm duvarı kaplayan ahşaba, kutsal
kitaptaki Habil ve Kabil’in kıssasını anlatan kabartmalar işlenmişti. Bu kabartmaların
alt kısmında yerde yatmış halde Habil’in kabartması bulunuyordu. Başını yaran
taşın yanına düşen başı, salona dönüktü. Salonu baştanbaşa kat eden gözlerindeki
masumiyetin hüzünlü bakışı, herkeste masumiyete acıma ve aç gözlülüğe nefret
uyandırmaktaydı. Donmuş bir lav gibi meşenin damarlı gövdesine işlenen bu aç
gözlülük, herkes tarafından kolayca görülebilen ve bu nedenle kolayca nefret
edilen bir açgözlülüktü. Ama insan, hangi şekle bürünerek karşısına
çıkıvereceği bilinmeyen kendi açgözlülüğüyle dolu olduğunu bilmez; ondan bu
kadar kolay nefret edemez. İnsan hep başkalarının açgözlülüğünden nefret etmiş,
hep başkalarında gördüklerin ayıplamıştır. İşte Kabil’in açgözlülüğü de köy
halkı için görünür kılınan, başkasına ait bir açgözlülüktü. Büyük salonda
pederin cemaatini karşılayarak kürsüde yerini almasını bekleyenler, bu süre
içerisinde Kabil’in doymak bilmez açgözlülüğünü lanetleme fırsatı bulmuş
oluyorlardı. Boy atma fırsatı buluncaya kadar insanın içinde gizlice varlığını
sürdüren günah tohumları gibi minberin arkasında da açılmadıkça fark edilmeyen bir
kapı kutsal pederin münzevi istirahatgahına açılmaktaydı. Burası cemaat için
bir bilinmezdi. Cemaatin nadiren açıldığını gördükleri bu kapı, açıldığında
bile koyu karanlıktan başka hiçbir şeyi onlar için görünür kılmamaktaydı. Ancak
merak etmek bu köylüler için sinek kuşlarının çiçekten öz emmesi kadar kısa
süren bir zihinsel gelgitti; suya dalan su kuşlarının ait olmadıkları bu
alemden bir an evvel çıkmaya çabalamaları gibi… Soru soran ama cevabın peşine
düşemeyecek kadar uyuşuk bir zihin.
Peder, her Pazar ayinlerinde giydiği
siyah cübbesini giymişti. Boynuna attığı ve her iki ucu ayaklarına kadar sarkan
atkısının altın işlemeleri, siyah cübbesinin üzerinde daha bir
belirginleşiyordu. Uzun boyu ve heybetli duruşuyla çevresinde tanrısal bir
tapınma duygusu uyandırmaktaydı. Mabedin kapısında duruyor, cemaati karşılıyor,
her bir misafirinin ellerini sevgiyle elleri arasına alıyor, onları tebessümle
selamlıyor, kısa sorularla hallerini soruyor, çocuklara küçük şakalar yapıyor
ve cemaatinin mensuplarını özenle büyük salona alıyordu. Dumuzi pederin önünde
durduğunda peder, iki elini yanlara açarak,
“Hoş geldin oğlum. “
“Hayırlı pazarlar efendim!”
Peder, Dumuzi’yi eliyle içeri davet
etti. Sera pederin önünde saygıyla eğildiğinde peder hala Dumuzi’nin ardından
bakmaktaydı.
“Hayırlı pazarlar saygıdeğer
peder!”
“ Sera! Hayırlı pazarlar. Sen
köyümüzün en şanslı annelerindensin bunu biliyor musun?”
“Evet efendim sayenizde.”
Peder, Sera’nın iltifatını
yüzünde beliren tatlı bir tebessümle kabul ettiğini gösterdi. Eliyle Sera’yı
içeri davet etti. Salonda derin bir uğultu duvarlarda yansıyarak tapınağın
içini dolduruyordu. Bu uğultu selamlaşmaların, ayaküstü hal hatır sormanın ve
küçük sohbetlerin neden olduğu bir uğultuydu. Son misafirini de içeri alan
Peder, kapıda göründüğünde salondaki uğultu aniden kesiliverdi. Salon pür
dikkat Peder’i ve onun minbere çıkışını izliyordu. Peder yaşından beklenmeyecek
bir çeviklikle merdivenleri çıkarak kürsünün önünde durdu. Küçük bir öksürükle
boğazını temizledi.
“Kardeşlerim, kutsal üçlerin bu
son gününde beni yalnız bırakmayarak mabedimizde bir araya geldiğiniz için
Tanrının huzurunda şükran duygularımı sunarım. Kendilerini Tanrının
buyruklarına adamış böyle salih bir topluluğun bir parçası olmayı bana
bahşettiği için Tanrıya şükürler olsun. Sevgili kardeşlerim, sizler Tanrının
buyruğunu sorgulamadan, parçalara ayırmadan, eğmeden ve bükmeden kabul etmiş
bir topluluksunuz. Tanrı, işte böyle toplumların ahrette yerlerinin kuşkusuz
cennet olacağını kutsal kitabında bize müjdelemiştir. Bireysel bir teslimiyet
olan inanç, bir din olarak ancak sosyal bir yapı içerisinde, yani bir toplum
içerisinde var olabilir. Bu nedenle kutsal kitabımız, bireysel inancımızın
güçlendirilmesinin yanında dinimizin güçlü toplumsal bağlarla aramızda
yaşatılması gerektiğini ısrarla istemektedir. İnanç, şeytanın kirlettiği iç
dünyasını insanın temizlemesi ve arındırmasıdır. Ancak inancın bu aşamada kalmaması,
toplum içerisinde kardeşlik olarak yaşatılması gerekmektedir. Bu nedenle kutsal
kitabımızda, yüce Tanrı, kişisel inancın güçlendirilmesi kadar toplumsal
bağların da geliştirilerek fertlerin bağrında yeşeren imanı, toplumun
içerisinde görünür ve algılanır bir dini hayata dönüştürmeyi bizlere
emretmektedir. Dinimiz, kapalı kapıların ardındaki dua ve yakarışlar yerine
iyiliğin sokaklarında gezindiği bir yeryüzü yaratmayı emretmektedir. Bizler her birimiz Tanrıdan bir parça özü
içimizde taşımaktayız. Bizler Tanrının yeryüzüne gönderdiği çocuklarıyız. “
Dinleyiciler söylevin ruhani
atmosferine girmişlerdi. Bu, ritimle başlarını öne arkaya sallamaya
başlamalarından belli oluyordu. Pederin son cümlesi duygusal atmosferi zirveye
taşıdı. Pederin tekrar ettiği “Bizler Tanrıdan bir parçayız. Bizler Tanrının
yeryüzüne gönderdiği çocuklarıyız.” Sözü salonda yankılandı. Cemaat bu sözleri
tekrarlamaya başladı. “Bizler Tanrıdan bir parçayız. Bizler Tanrının yeryüzüne
gönderdiği çocuklarıyız.” Peder iki elini havaya kaldırdı. Salon mutlak bir
sessizlik ile donuverdi. Peder devam etti,
“Kardeşlerim! Çıplak
ayaklarımızla canımız yanmadan basamayacağımız şu sert topraktan bize narin
bedenimizi saran yumuşak giysiler veren tanrının sevgisinden kim şüpheye
düşebilir? Şu kuru topraktan çeşit çeşit tatlı ve sulu meyveleri bize bahşeden
rabbimizin cömertliğinden kim şüphe edebilir? Övünç ve kıvanç duyduğumuz oğul
ve kızlarımızı bize veren rabbimizin merhametinden kim şüphe edebilir? Tanrı
bizleri sevmektedir. “
Pederin son sözü salonda
yankılandıktan sonra köylüler, hep bir ağızdan “Tanrı bizi seviyor.” haykırışlarıyla
tapınağı çınlatmaya başladılar. Peder yüzünde beliren memnun bir gülümseme ile
parmaklarını birbirine geçirdi ve ellerini göğsünde birleştirerek coşkulu
topluluk karşısında saygıyla eğildi. Kendilerine sunulan bu saygı gösterisinden
cesaret bulan köylüler, uzaktaki tanrının sevgisi karşısında gösterdikleri coşkudan
çok daha fazlasını hemen yanı başlarındaki pederin sevgisini kazanmak için göstermeye
başlamışlardı. Hemen oracıkta kendilerine tebessüm ederek bakmakta olan pederin
karşısında coştukça coşuyor, seslerini yükselttikçe yükseltiyorlardı. Tapınağı
aşan ses vadinin yamaçlarına çarparak vadi boyunca yankılanıyordu. İnsan böyledir.
Soyut düşünebildiğiyle övünse ve mantığıyla gurur duysa da somut olanı soyuta,
yakın olanı uzağa ve hemen olanı sonra olacağa tercih eder. Bu nedenle kendisine
vaat edilen cennetin o günahsız ahlaksızlığına, bu dünyadaki günah ahlaksızlığı
tercih eder. Bunu “inandım ve iman ettim” derkenki riyakârlığı nedeniyle yapar.
Peder, köylülerin haykırışları arasında kürsüden indi. Kürsünün önünde bulunan
koltuğuna vakarla yerleşti ve salonu gözleriyle taramaya başladı. Bu bakış
ayinin sonraki bölümüne geçildiğini belli ediyordu. Salonda yankılan sesler
hızla azalarak yerlerini olgun bir sessizliğe bırakmıştı. Pederin ayaklarının
dibine kadife kırmızı bir minder kondu. İpekli tören kıyafeti ayaklarına kadar
uzanan iki çocuk, altın bir sandığı getirip, pederin sağ yanına koyduktan sonra
pederin her iki yanında yerlerini aldılar. Çocuklar, ellerini önlerinde
birleştirerek salonun uzak duvarına gözlerini kilitleyerek beklemeye
başladılar. Bu, tanrının kendi zenginliğinden kullarına bağışladığı zenginliğin
sembolü olan kutsanmış ekmeğin takdim edileceğini ifade ediyordu. Köylüler
ellerini önlerinde birleştirerek sessizce pederin önünde sıra oluşturmaya başladılar.
Peder yanında bulunan altın sandığın kapağını açtı. Önünde diz çöken köylünün
ağzına bir ekmek parçası yerleştirdi, ağzını kapatarak pederin uzattığı elini
öptü. Saygıyla başını eğdikten sonra kalkarak yerini kendinden sonra gelene
bıraktı. Peder, pazar ayininin her detayında olduğu gibi köylülerin hangi
sırayla önünde diz çökeceklerini ve kutsanmış ekmeği kabul edeceğini titizlikle
belirler, bu sıraya uyulmasına dikkat ederdi. Seyrek de olsa bazı muzip
çocukların sırayı bozmalarını hemen fark eder, onları tatlı bir yüz ifadesiyle
uyarır ve ancak olmaları gereken sırayla önüne geldiklerinde kutsanmış
ekmeklerini ağızlarına bırakırdı. Bu pazar da öyle oldu. Rahatlayan ve tanrıya
bağlılıklarının yenilenmesi nedeniyle iç huzuru yakalamış köylüler, sırayla pederin
dizilerinin önünde eğilmiş ve ağızlarına konan kutsanmış ekmeği huşu içerisinde
çiğneyerek tapınağın bahçesinde pazar pikniği için bir araya toplanmışlardı.
“Anne köyümüzün adı nedir? Bu
güne kadar hiç duymadım.” bu soru tapınağın bahçesinde köylülerin toplanmaya
başladıkları sırada, henüz yerleşmeye çalıştıkları masaya herkesten önce oturan
Dumuzi tarafından sorulmuştu. Sepette getirdiklerini masaya yerleştirme telaşı
içerisinde olan İnanna soruya dikkat bile etmedi. Ama torunundan önce masaya
oturan Davut dede soruyu duymuştu. Dumuzi’nin tapınağın bahçesinde pazar
keklerini yemeye hazırlandıkları sırada çocuksu bir pervasızlıkla sorduğu bu
soru Sera’yı şaşırttı. Sera önce karşısında oturan Davut dedeye baktı. Sonra
başını çevirerek köye baktı. Boşluğa bakar gibi manasız ve hiçbir odağı olmayan
bu bakış, kendisinin de merak etmesine karşı bu sorunun cevabını bilmediğini
gösteriyordu. Davut dedenin de cevabı bilmediği suskunluğundan belliydi. Sera’nın
bu merakı da diğerleri gibi kısa sürdü. Gözleri köyü uzun uzun süzerken
mırıldanır gibi,
“Bilmem, diyerek omzunu silkti.”
Dumuzi, annesinin başından savdığı bu sorunun cevabını aramanın hayatlarını alt
üst etmeyecek olduğuna onu ikna etmek istercesine açıklama yapmak zorunda
hissederek
“ Kutsal kitapta dünyadaki pek
çok yerin adı geçmekte, Tanrı bu yerleri oralara verdiği adla anmakta olduğuna
göre bizim köyümüzün de bir adı olmalı.” dedi. Sera, Dumuzi’nin gözlerine
anlamsızca bakıyordu. Dumuzi daha fazla dayanamadı.
“Doğup büyüdüğün bu köyün adını
bilmiyor musun?”
“Belki de bir adı yoktur.” dedi
Sera.
“Anne bu sence garip değil mi?
Kutsal kitapta pek çok yer adıyla anılmakta.”
“Doğrusu emin değilim. Bu köyün
bir adı olmaması mı, bir adı varsa bunu benim bilmemem mi daha garip?”
Davut dede torununun kendisine
uzattığı kek tabağını alırken kendi kendine konuşur gibi
“Ada ne gerek var?” dedi.
Masada bulunanlar aynı anda
bakışlarını ona dikmişlerdi. Açıklama yapmak zorunda olduğunu hisseden Davut
dede devam etti.
“İsimlendirme çokluk içinde anlam
ifade eder. Tüm hayatımı bu köyde geçirdim. Buradan başka bir yere ne gittim ne
de oradan gelen birini gördüm. O halde benim için bu köyün adı neden olsun ve
ben bunu neden bileyim?”
Sera kendisine sorulan soruya
verilen bu cevaptan memnundu; başını sallayarak tasdik ederken
“Evet! Ada ne gerek var.” dedi. “Bizim
köy işte. “
Kek dilimini düşürmeden tabağa
koymayı henüz başaran İnanna, bunun verdiği rahatlıkla söze karıştı.
“Dede! Dünyadaki diğer köylerde
yaşayanlar da köylerinde bizim kadar mutlular ki, köyümüze dışarıdan hiç kimse
gelmiyor, değil mi? “
Sera, İnanna’nın uzattığı kek
tabağını alıp önüne koyarken
“Bizim başka köye hiç gitmeyi
düşünmediğimiz gibi” dedi.
Sera, kendinden emin
dudaklarından dökülen bu söz, ağzından çıkar çıkmaz derin bir pişmanlık duyarak
Davut dedeye baktı. Davut dede de gözlerinde beliren derin bir kederle Sera’ya
bakıyordu. İçinde uyanan bir acının ona azap çektirdiği belliydi. İkili derin
bir sessizlikle kendilerine kapanarak derin bir yalnızlıkla iç dünyalarına
dalmışlardı. Bu sessizliği fark eden Dumuzi ve İnanna da bir Sera’ya bir Davut dedeye
baktılar. Davut dede, konuşulanları kendisine unuttururcasına tabağındaki keki
yemeye kendini zorlamaya başladı. Böylelikle sanki kendisine sorulacak yeni soruları
önlemeye çabalıyordu. Ağzına koyduğu kek parçasını ağzında eveleyip gevelediği
halde bir türlü yutamadı. İnanna hesap soran bir tonda,
“Dedeciğim, anne ve babamın başka
köye gittiklerini ve bir gün mutlaka geleceklerini söylerdin.”
Davut dede başını sallayarak boğazını
yırtarcasına zorla yuttuğu lokmasından boşalttığı ağzını temizledikten sonra
“Kızım sana bildiğim bir doğruyu,
umudumla harmanlayarak söylüyordum. Evet, annen ve baban bu köyden ayrıldılar
ama ben onların bir gün mutlaka döneceklerine inanıyorum.”
“Beni neden götürmediler?”
İnanna’nın sözlerinde öfke izleri vardı.
“Aslında götürdüler.” dedi.
Söylediğinin bu kadarla hiçbir anlamının olmayacağını fark etmiş gibi durdu,
derin bir nefes aldı ve İnanna’nın gözlerine bakarak “Kızım annen ve baban bu
köyden ayrılıp dünyayı tanımak istiyorlardı. Baban iyi bir duvar ustası idi.
Nerede olsa kendine yapacak iş bulabileceğini düşünüyordu. Başta peder olmak
üzere benim ve annesinin itirazlarına kulak asmadı. Seni ve anneni alarak
köyden ayrıldılar. İki gün sonra Peder seni köyün dışında bir çalının dibinde
ağlarken bulmuş, alıp bize getirdi. Seni bulduğu yerde annen ve babana ait
hiçbir iz yokmuş. Tüm köy günlerce onlara ait bir iz aradı. Ama bulamadık.” dedi.
Verilen her cevabın tutarak zihinlere
taşıdığı onlarca sorunun yarattığı karmaşa duygusu, herkeste bu arayışın
beyhude oluşunu gösteriyordu. Sorulan her soru, üzerinde emin durduklarını
sandıkları zemini titretiyor ve onlarda zihinlerindeki takatsiz meraklarının
verdiği rahatsızlıkla mukayese edilemeyecek kadar büyük, derin ve gizli
korkuların kıpırdanmasına neden oluyordu. Bu bir anlığına varlığını hissettiren
korku, o kadar sarsıcı idi ki, bilme arzularını yok ediyordu. Zaten insanları,
zihni ölmüş bedenler olarak yaşatan da bu değil midir? Doğası gereği cevapları
kovalayan zihnin önüne, bedenin ölümcül yalvarışları sınır çeker, onu durdurur,
aranan cevaplara ilişkin soruları gündelik bedensel zevklerle küçültür. İşte
insan bu sürecin sonunda tenine dokunmayan, organlarını uyarmayan, salgı
bezlerini çalıştırmayan soyut merak duygusunu kaybederek gürbüz bedenlerinde
hançerlenmiş beyinler taşıyan yaratıklara dönüşüverirler. İşte o pazar öğlen
sonrasına kadar uzatılan piknik, bu soruların dimağlarında yarattığı kekremsi
duyguyla sona ermişti.
Yorumlar
Yorum Gönder