Müebbet Hapis
Photo by Larisa Birta on Unsplash |
Keşke
insan duygularını taşlara nakşedebilseydi. Mutluluklarını, umutlarını, umut
edebilmenin verdiği hayata pervasız kafa tutmalarını. Ve tabii mutsuzluklarını,
acı ve kederlerini yazabilseydi taşlara. Duygularının geçiciliğini aşarak “Ben bunları
hissettim” haykırışını ölümsüz kılabilse idi. Ama ne mümkün. Yazılan, daha
doğrusu yazılabilen duyguların kendisi değildir, yazılabilen sadece gölgeler ve
kaba yontularıdır. Gölgeler, yontular,
renkler, melodiler ve ötekindeki anlamını hiçbir zaman tam olarak bilemeyeceğimiz
kelimelerle duygularımızı anlatabilmek çabasının içerisinde çırpınmaktayız.
Bir
düşünün; önce tepeler, karlı dağlar, derin vadiler ve büyük denizlerin bizi
sınırladığını, bizi hapsettiğini, hayal gücümüze sınır çizdiğini düşündük.
Sonra bunları aşınca kıtaların bizi sınırladığını varsaydık. Buralar da aşıldı.
İçinde yaşadığımız gezegenin bir yönüyle ana kucağı olmadığını, bizi kendine
hapsettiğini fark ettik. Onu da aştık. Ya içimizde kendimizde mahkûm olduğumuz
yalnızlık? Bu aşılabilir mi? Bu mahkûmiyet, kurtuluşu olmayan mutlak mahkûmiyetimiz
değil mi? Duygularımızı kimseye tattıramıyorsak, anlatarak o duyguları
başkalarında da yaratamıyorsak, ötekinin duygularını onun hissettiği gibi
hissedemiyorsak ve hissetmenin bir yolu yoksa, kendimize mahkûmiyetimizden, kendimizden
kurtulmadan nasıl kurtulabileceğiz?
Ölüm korkusu anlatılabilir mi? Ya aşk? Ya
pişmanlık hissedildiği gibi anlatılabilir mi? Öfke ve utanç anlatılabilir mi? Kolayına
kaçmadan mutluluğun resmi yapılabilir mi? Mutluluğun resmini yapsa bile Abidin,
hissettiğini hissettirilebilir mi bize? Anlatılanın, tarif edilenin, resmi
yapılanın, heykeli dikilenin, ötekinde yarattığı duygunun berikinin hissettiklerinin
aynısı olduğunu bilebilir miyiz? Kendimden başka kimseyle paylaşamadığım
duygularım, benim gerçek yalnızlığım değil midir? Başkalarının hiçbir zaman
bilemeyeceği, anlayamayacağı ve anlatamayacağım duygularım, bilincimin
kurtuluşu mümkün olmayan hapishanesi değil midir?
Ne anladığını ve ne anlama
geldiğini bilemeyeceğim “Seni anlıyorum” sözü, beni hapsolduğum kendimden azat
edebilir mi?
İnsanın derin yalnızlığı bununla
da sınırlı değildir. Yaşadığımız ve hissettiklerimiz bizde bile kalıcı olmaz.
Yaşandığı ana mahsus duygularımın bende kalan anıları da hemen sönükleşmeye,
renklerini yitirmeye başlar. Sararır,
detaylardan yoksunlaşır, kabalaşır ve atılan çöpler gibi birbirine benzer.
“Hayattan geride ne kaldı elimizde?” sorusu
karşısında ellerim boşsa, hayatta kalıcı olan nedir o zaman? Hayat sadece yaşadığım
andan ibaret ise mutlak bir yalnızlığın mahkûmu değil miyim? Parmağımdaki alyans,
aşkımın kanıtı mıdır? Takarkenki duygularımı taşır mı bu günlere? Ya sararmış
aşk mektuplarımız? Duygularımızdan elimizde geriye kalan nedir? İçinde
bulunduğum “O” an hissettiklerim, hayatın gerçek pınarı ise yaşadığım elli veya
yetmiş yıl “O” anların bile toplamı olamazken, uzun bir ömür “O” an karşısında değerini
hepten yitirmez mi? Koca bir ömür diyerek değer katmaya çalıştığım hayatım, “O”
bir andan mı ibaret?
Fahreddin FIRAT
Fahreddin FIRAT
Yorumlar
Yorum Gönder