Rıhtım


Photo https://pngtree.com
Zamanın olmadığı ve bedeni olmayan ölülerin toplandıkları mekânsız o ülkede, kalın kara bulutların kararttığı, kara geceden bin kat daha karanlığın içinde kırbaç gibi, bin güneşten daha aydınlık ve taze teni azgın ateşte kavrulan bin cehennem ehlinin gırtlağını yırtan feryatlarıyla çakan yıldırımın, bedensiz ruhumu  “sen” diyerek işaret edip seçmesiyle ana rahmine düşen cenin gibi düştüm tekrar aranıza.
Benim hikayem 19.. yılında haziran ayının, ilkbaharla yaz arasında kararsız kalan ilk gününde başladı. Yaz sıcağının serin bahar yeliyle itişip durduğu gün, derin bir koya bakan falezlerin üzerinde gönülsüzce yükselen tepede göz alabildiğine uzanan gök maviliğini seyreder buldum kendimi. Tepe, yağmursuz geçen ilkbaharın yer yer sararttığı otları çevreleyen inatçı yeşilliğin hüküm sürdüğü bir halı ile kaplıydı.  Güneşin ısıttığı tenime çarpan serin rüzgârı her hissettiğimde içimde kabaran ince bir ferahlık başını kaldırıyor; başını kaldırır kaldırmaz ise içime çöreklenmiş tarifsiz bir azabın karanlığıyla hemen boğuluyordu.
Bacaklarım bitkindi, bedenimi taşıyamadı. Tepeye nasıl çıktığımı tam olarak hatırlamıyordum. Bacaklarımda hissettiğim dermansızlık bundan olsa gerekti.  Beni bu tepeye çıkaran,  bedenimin hayatta kalmak için tüm çırpınışlarına yüz çevirmiş ruhumda duyduğum sonu gelmez azaptı. Zaman, bedenimdeki tüm kılcal damarları katre katre çekip ipini eğirerek geçmekteydi sanki. Kendimi tepenin soluk toprağına bıraktım. Ruhumu esir alan acımın dindirilmesi için zamanın bitip tükenmesini beklemek, dünyada çarptırılan en büyük ceza olsa gerek.  Soluklanmak için bile bir an durmayan öfkeli bir demircinin hınçla dolu balyoz darbelerinin altında inleyen ruhum; boylu boyuna uzandığım tepenin sivri taşlarının bedenimde açtığı sızılara sadece bir an dikkat kesilmekte ve o an üzerinde patlayan balyoz darbelerini unutmakta, bu kısa sürenin sonunda ezilmeye devam etmekteydi. Bu kısa anlarda duyduğum acıdan yüz çevirebiliyor olmam, içimde heyecanlı bir keşif olarak kıpırdadı. Bu sonu gelmez azapla savaşmanın yolunu bulmuştum galiba.
Yüzümü tepenin taşlı toprağına var gücümle sürmeye başladım. Taşlar derimi yırtıyor, kazıyor ve yüzüm alev alev yanıyordu. Bedenimde yarattığım bu acı ruhumdaki acıyı bir an da olsa bastırmıştı. Bu hâlde ne kadar devam ettim hatırlamıyorum. Geçen her dakika içimde büyüyen bir hınçla kah yüzümü taşlara sürüyor kah başımı var gücümle taşlara çarpıyordum. Ruhuma çöreklenen el değmez azaba ulaşmanın yolunu bulmuştum.  Beni ancak tükenen gücüm durdurabildi. Yüzümdeki yangın devam ediyordu. Acıyı bir anlığına da olsa yenmiştim.  Kesin zafer için bedenime yuvalanan acıyı ebediyen yurtsuz bırakmam gerektiğini anladım. Ayağa kalkmaya çabaladım. Kolay olmadı. Gözlerime dolan kandan göremiyordum. Yüzümü yokladım. Kanla yoğrulmuş toprağın doldurulduğu derin yaralarla, yer yer pörsümüş dilenci torbasını andırıyordu. Gözlerimi açamasam da tepeyi hissedebiliyordum. Aşağı doğru koşmaya başladım.
Koşarken gözlerimi açmaya çabalıyordum. Göz kapaklarım, onları kilitleyen kandan kurtularak aralandığında dibini göremediğim falezin kenarına gelmiştim.  Bir an durmaya çabaladım.  “Neden durasın ki?” sorusu, tiksinti verici bir kayganlıkla idrakime süzüldü. Direnmedim.  Toprak ayaklarımın altından kayıp gitmişti. Zorlukla açtığım gözlerim, koyun karşı kıyısında rıhtımın telaşlı kalabalığına, kıyı boyunca denizle cilveleşen sıra sıra balıkçı teknelerine, yorgun çınarın gölgesinde hasretle denizi seyreden yaşlı balıkçıların son uğrağı balıkçı kahvesine, her zaman aç ve aceleci martılara, deniz sarhoşu kayıklara takıldı. Ötelerde koyun denize kavuştuğu yerde kara bir leke gibi, yanan tersanenin enkazı vardı.  Gömüldükleri mezara sığamamış hortlaklar gibi topraktan fırlamış enkaz kalıntıları kendilerini gösteriyordu. Artık olmayan bu tersanenin bu kara enkazından göz kapaklarımı kapatarak kurtuluverdim.
Son on yılımı kurmak, yaşatmak ve büyütmek için harcadığım tersaneyi kızıl alevlere kaptırdıktan sonra, şimdi kıyıda kara bir leke olarak gözlerimin önünden kayıp gidiyordu. Yeniden başlamayı çok düşünmüştüm. Zihnimden yeniden başlayabileceğime dair ürkek her düşünce uyanışında, hayatta geri dönülmez noktaların olduğunu öğrenerek semiren korkularım azgın bir canavara dönüşerek zincirlerinden boşanır, tereddütlü “acaba”larımı yutuverirdi. Öğretildiği gibi geri dönülmez bir noktada olduğumu biliyordum. Ömrün kısa olduğunu da öğretmişlerdi. Bu nedenle hayatımda durup düşünme fırsatını tanımadım kendime. Fakat falezin toprağı ayaklarımın altından kaydıktan sonraki ana, hayatımda yaşadığım ne varsa çarçabuk sığıverdi. Unuttuğum, unutmak istediğim ve hiç unutamadıklarım…
Babamın şefkatli elinin başımda dolaşmasını hatırladım. Çıktığımız yürüyüşlerde verdiğimiz molalarda ufka dalıp giden babamın, farkında bile olmadan beni bağrına basarak saçımı okşamasını kaç yıldan beri özlemle hatırladığımı düşündüm. Anadolu’da uçsuz bucaksız bozkırın ortasındaki kasabamızın, babamın hayallerine küçük geldiğini, bir yandan başımı okşarken bir türlü gözlerini alamadığı ufuktaki sıra dağların arkasını düşündüğünü daha sonra anlamıştım. Her akşam eve paket paket, kutu kutu, torba torba taşıdığı erzak değil de mutluluktu sanki. Fakat bu mutluluğun sadece bizim için olduğunu ve babamın bize bakarken hep gülümseyen yüzündeki derin hüznün gözlerinde saklandığını büyüdüğümde anlamıştım.  Soramadım sevgimin, sevgisinin, sevgimizin neden onu aramızda tutmaya yetmediğini.
Bizi bırakıp gittiği için duyduğum öfke, onu o ağacın dibinde beyaz örtü altında yatarken son kez gördüğümde akmalarına engel olamadığım gözyaşlarım tarafından alıp götürülmüştü. O günden sonra öfkelendim, kavga ettim, var gücümle haykırdım, kırdım, yıktım ama bir daha ruhumu temizlercesine çocukça ağlayamadım. Çok istedim ama ağlayamadım. Tüm hayatının anılarını annemin belleğinden alıp götüren o hastalığın, evladını anasına yabancılaştıran o acımasız yüzüyle yüzleştiğimde de ağlayamamıştım. Yaşadığına dair ne varsa kaybeden annemin, benim yokluğumdan en ufak bir acı duymayacağı kesindi. Ona acı çektirmeyeceğimden emin olmam beni rahatlatıyordu. Ama yaşamak hatırlanmak değil midir? Hatırlanmayan aslında hiç yaşanmamış değil midir? Beni kimin hatırlayacağı meçhuldü. O hâlde kimsenin tanıklık edemeyeceği, hatırlamayacağı, anmayacağı bir hayatı sonlandırmak üzere idim. Buna sevinmeli mi yoksa kahırlanmalı mıydım bilemiyordum.
O utangaç gözleri düşüverdi zihnime. Düşünerek uykusuz geçirdiğim gecelerde gökyüzündeki yıldızlara bakıp “Acaba o da şu an yıldızlara bakıyor mu? “ sorusunu zihnim isyan edene kadar kendime sorduğum anlarda, o gözlerde hangi yıldız parıldıyordu hep merak ederdim.  Onun saçlarında elmas parıltılar yarattığı için gece aya, gündüz güneşe taparcasına bağlanmıştım.  Titreyerek uzattığı veda elini keşke hiç bırakmasaydım diyerek kaç kere kendime lanet okumuştum. Aşkı küçümseyen kibrimin soğuk telkinlerine yüz çevirip dizlerine kapanıp ılık ılık ağlayarak “Gitme!” diyebilseydim. Belki cömert kadınlığınla yeni bir hayatı öğretirdin bana; ama aşka güvenilmeyeceği öğretilmişti bana.
Tüm vücudumu,  afyonun müptelasının üzerine örttüğü o kalın buğulu uyuşukluk örtüsünden dışarı çıkan sivri uçlar gibi belli belirsiz ama varlığı kesin olan ince bir sızı sardı. Bedenime yayılan ince sızı zihnimi bulanıklaştırıyordu. Dalda dalga yayılan soğuktan titremeye başlamıştım.  Zihnim umutsuzca ellerimin, kollarımın, bacaklarımın, ayaklarımın nerede olduğunu bulmaya çabaladıysa da sonuç alamadı. Zihnim, kavuşmak için çabalanan büyük mabedin ulu kapısını bulan inanmış heyecanıyla, tüm soruların cevaplarını içeren o tek, kadim ve ölümsüz soruyu soruverdi. “Öldüm mü?”Mabedin kapısı aralanmaya başlamıştı. Bulanık bir karanlık her yanımı sardı. Benliğim tekilliğini kaybetmişti. Binlerce balıktan oluşan balık sürüsünün parçalanmış fakat bütüncül yapısı gibi, benliğim binlerce parçaya ayrılmış ama birlikte bir bütün gibiydi. Belli belirsiz düşünceler, tekrarlanan sözler, yüzler, zihnime hapsolmuş resimler bir yandan zihnime düşüyor idrakimin binlerce parçası tarafından sarmalanıyor, idrak ediliyor ve binlerce yorum ortaya atılıyor, sonra farklılıkları ve benzerlikleri ahenkli bir dalgalanma ile kaybolup gidiyor ve hemen o an yerini yenileri alıyordu. Bu içkin devinim sürerken kesik kesik, telaşlı ve buyurgan sözler idrakimin binlerce parçasını kısa bir an susturuyor, kulak kesilmesine neden oluyordu. Puslu bir karanlık tüm zihnimin üzerine çöktü.
Sıcak bir ıslaklık, zarif ve merhametli dokunuşlar, avucumun altında küçük bir baş, “Babacığım uyan” sözüne eşlik eden çocuksu mırıldanışlar… Gözlerimi açmaya çalıştığımda bunun mümkün olamadığını beynimde patlayan bir acı kasırgasıyla anladım. Elimin altındaki başı keşfetmek amacıyla yoklamaya başlamıştım ki elim boşlukta kaldı.
“Kemal Bey! Gözlerinizi açabilirsiniz.” Bu söz o kadar berrakça zihnime düştü ki kaybettiğim zaman ve mekân algısını tekrar buldum. Tüm bedenime yayılmış bayat acılar varlıklarını her kıpırdadığımda hatırlatıyorlardı. Yüzümü kaplayan bandajın çıkarıldığını, göz kapaklarım kapalı iken bile gözlerimin ışıkla yanmasından anlamıştım. Çabalarım sonuç verdi. Göz kapaklarımı araladım. Beyaz bir tavanda asılı duran tablolar gibi üzerime eğilmiş başlarda bulunan altı meraklı gözle karşı karşıya kaldım. Konuşmak için ilk girişimim başarısız olsa da, bir iki denemeden sonra “Neyim var?” diyebildim.  Hatırlayamadığımı düşünerek olsa gerek, beni hastane yatağına bağlayan olaylar zincirini bir bir anlattı. “Falezden düşmüşsünüz“ derken bir an durakladı. Bunu fırsat bilerek “Ben atlamıştım.” dedim. Duymazlıktan gelerek anlatamaya devam etti. Kilometrelerce kayalık içerisinde küçük bir kumlu sahili bulup düştüğümü, düşerken tersane işçilerinin kaldığı barınaklarda yaşayan küçük bir kız çocuğunun beni gördüğünü ve böylelikle acil müdahale ekibinin geç olmadan beni bulabildiğini, kolumda ve bacağımda kırıklar bulunduğunu, hayati tehlikenin bulunmadığını ve iyileşeceğimi anlatıyordu. Orta yaşlı, düz saçları başının her iki yanına eşit olarak düşen, zayıf yüzlü bir kadındı. Yüzünün beyazlığı, giydiği önlüğün rengi ile âdeta aynıydı. Siyah kaşları usta bir şefin elindeki baton gibi konuşmasına göre inip kalkıyordu. Anlattıklarının tarafımdan sindirilmesini zamana yaymak istediği belliydi. Konuyu değiştirmek istercesine “Komada kaldığınız sürede sizi sık sık ziyarete geldi.” dedi. Kadının oynayan kaşlarına yoğunlaştırdığım dikkatim birden söylediği söze kaydı. “Kim benim ziyaretime geldi?” Her şeyi baştan anlatması gerektiğine karar vermişti, bir an durdu. “Sizi falezden düşerken gören küçük kız… Yaslı annesini peşinden sürükleyerek…” Derin bir soluk aldı. “Yanan tersanede babası can vermiş. Babasının nerede olduğuna ilişkin ısrarlı soruları kaçamak cevaplarla geçiştirilen çocuk, sizi falezden düşerken görünce babası sanarak annesine koşmuş. Kimse acı gerçeği açıklama cesaretini gösteremeyince, sizi ziyaret etme isteğini yerine getirmek zorunda kalmışlar. Annesi dışarıda beklerken o, sizin odanızda dakikalarca kalır, sonra yüzünde kaçamak bir tebessümle evine gider…”
Kadın soluklanmak için durdu. Oda kederli bir sessizliğe büründü. “Beni tersanedeki yangında ölen babası sanmış öyle mi?” Gözümün önüne büyük bir gürültü ile ansızın azgın alevlerin etrafı sarması canlandı. Hayretimiz haykırışa dönüşmeden, tersane alevlerden içine girilemez hâle gelmişti. İşte o alevler, sahip olduğum ne varsa elimden alıp götürmüştü. Ama şimdi her şeyini kaybedenin sadece ben olamadığımı derin bir utançla anlamıştım. Beni ilk fırsatta falezin kenarına getiren acının çok daha büyüğünü o küçücük yürekte nasıl taşınacağını düşünürken gözlerimden engel olamadığım yaşlar akmaya başladı. Yıllardır ağlayamayan gözlerim ağlamayı yeni öğrenmişçesine gözyaşlarımı salıveriyordu. Ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. “Yarın tekrar gelebilir.” Bu söz hıçkırıklara boğulmuş ağlamama ara verdi. “Yüzümü tekrar sarmanızı rica ediyorum. “ dedim. Düşünebildiğim tek şey beni sargısız görüp, gerçeği anlamamasıydı. Ötesini düşünemiyordum. Kadın şaşkın gözlerle bakıyordu. Gözlerinde uzun zamandan beri insanların bana bakarken göremediğim karşılıksız saygıyı gördüm. Yüzümü akşamdan sarmalarında ısrar ettim. Beni yara bere içindeki yüzümle görmesi ve babası olmadığımı anlaması ihtimaline karşı, sabaha kadar sargının yaşatacağı azaba katlanmaya razıydım. O gece ne zaman gözlerimi kapatacak olsam elimi okşayan, öpen ve başına süren o çocuğun yüreğindeki yangın soluğumu kesiyordu. Yüzümdeki sargının dar aralığından gözüme vuran gün ışığıyla sabırsızlığım artıyordu. Odamın kapısının önünden geçen her karaltının o olabileceğini düşünüyordum. Derken, elinde bir demet yaban çiçeği ile dört beş yaşlarında, kömür karası saçları başının her iki yanında bağlanmış, üzerinde temiz ama yoksulluğunun izlerini taşıyan kırmızı elbisesiyle bir kız çocuğu kapıda belirdi. Uyandırmaktan korkar gibi tane tane attığı adımlarla içeriye sokuldu, yatağımın yanındaki sandalyeye oturdu. Getirdiği çiçekleri hâlâ sıkıca tutmaktaydı. Yavaş bir hareketle elimi omzuna götürdüm. Gözleri parladı hızla kapıya yöneldi. “Anne babam…” demişti ki kolundan tuttum.  Sürprizi bozmaması gerektiğini anladı. Yüzünde, küçük sırrımızın haylaz gülümsemesi belirdi. Bir sıçrayışta yatağıma çıktı, boynuma sıkıca sarıldı. Tüm vücudum zehir gibi bir acıyla kaplanmıştı. Kırık olmayan tek kolumla minik bedenini sardım.  Bedenimi yakan acı bana güç veriyordu; bu acının sonsuza kadar sürmesine razıydım. Sıkıca boynuma sarılan bu minik bedenin, benim katlanamadığım acıları daha fazla çekmesini istemiyordum. Gözlerimden boşalan yaşlar sargının altında gizleniyordu. Ağladıkça ruhumun arındığını hissediyordum. Kulağına eğildim. “Falezlerde vazgeçtiğim hayatım bana geri verildi. Bu ikinci hayatı sana adıyorum. Hiçbir şey için geç değil. Sevginin gücüne inanarak yeniden başlayacağım. Beni affet küçüğüm; katlandığımı en büyük acı sayıp tek başına yüceltecek kadar bencilleştiğim için.”
Fahreddin FIRAT

Yorumlar