Azrail
Sabahın kovduğu kuytulardan çabucak dönen akşam karanlığı, şehrin dumanlı havasını yine karartmıştı. Şehrin üzerine çökmüş duman, kış akşamının erken karanlığı altında görünmez olsa da her solukta ince bir ciğer sızısı olarak varlığını hissettiriyordu. Şehir yine uzun, yine karanlık ve yine yalnız bir geceye hazırlanmaktaydı. Gece ki, kulaklarına yalnızlıklarını fısıldayacağı insanların, bundan kaçışlarının kör çıkmazlarda son bulmasını, sarıp sarmalandıkları kalabalıkların tel tel çözülerek ruhlarını çırılçıplak bir başlarına bırakmasını, sonsuza kadar sürecekmiş sanılan şehvetin diri meydan okuyuşunun takatsiz kalan bedenlerde sönüp gitmesini, tüm kaçışlarını tüketenlerin çaresiz bir kabullenişle ve tek başlarına kendisine dönüp gelmesini sabırla bekler. Gece ki, ışıyan sabah güneşini görmeyi umarak akşamdan sızanları bile karanlığın bir anında sessizliğinin dokunuşlarıyla uyandırır, kim ve ne olduğunu hatırlatır; sonra iflah olmaz yalnızlıklarını arsız yabani ot tohumları gibi bilinçlerine eker ve yüreklerinin en gizli köşelerinde, insanın kendinden bile sakladığı o kadim korkusunu hortlatıverir. Bu güne kadar gecenin istenmeyen bu yoldaşlığının uğramadığı sokak, kapısını çalmadığı ev, dokunmadığı beden, ürpertmediği ten olmamıştır.
Çakan şimşeğin
kapının camına yapıştırdığı kara gölge, cama eğilerek içeriye baktı. Zorlanan kapı tokmağının gıcırtısı holde
yankılandı. Kapı kilitliydi. Zaten aksi de düşünülemezdi ama onu hangi kapı
dışarıda tutabilir, hangi kilit durdurabilirdi ki? Gölge bir iki adım geri
çekildi, tek tek göz atarak pencereleri yokladı. Gece kadar karanlık pelerini
uçuştukça, gecenin sessizliğine, sanki çırpınan teslimiyetlerin umutsuz
hışırtılarını bırakıyordu. O an çakan şimşek, gölgeyi evin suratına büyük bir
kara leke olarak yapıştırdı. Pelerinin kırmızı astarı kapı tokmağında bir damla
kan gibi parladı. Arkasına döndü, evin bulunduğu tepeden şehre baktı. Uzakta
kalan şehrin ışıkları, duman örtüsünün arkasında cılız cılız titreşmekteydi.
Yağmaya başlayan yağmurun topraktan kaldırdığı taze kokuyu içine çekti. Geri
döndü, kapı kapalı olsa da gölgesi çoktan hole girmiş, evin içini gözetlemeye
başlamıştı. Kara elini, kesin ve tereddütten uzak kapı ziline uzattı. Bir kuş
cıyaklaması holü doldurdu, gölgeden kaçar gibi merdivenleri tırmanarak altından
cılız ışığın taştığı çalışma odasının kapısına çarptı. Masasında üzerinde
çalıştığı kâğıt tomarından başını kaldıran beyefendi, önce kapıya sonra
karşısında duvarda asılı duran saate baktı. “Bu saatte?” dedi kendi kendine. Dışarıdan
sadece hızlanan yağmurun sesi geliyordu. Gece bile kulak kesilmiş; herkes ve
her şey, birbirini dinliyordu. Alt kattan hizmetçi odasının açılan kapısının
cızırtısı duyuldu. Holün yanan ışığı, yerleşen kaçak gölgeyi holden zorlukla püskürttü;
açılan kapının arkasından genç kadının yüzü belirdi. “İyi akşamlar”. Ses, siyah pelerinine
sarılmış ince bedeni, içine karıştığı karanlıktan zorlukla ayırt edilen genç
bir adama aitti. Kadın kararsız ve ürkek bir sesle cevap vermeye çalıştıysa da
başaramadı. Başıyla selamlarken sesini tıkayan şeyi yutarak, boğazındaki
düğümden kurtulmaya çabalıyordu; zorlukla “İyi akşamlar” dedi.
“Eğer kabul buyururlarsa
beyefendiyle görüşmek istiyorum.” Adamın sesinde kabul edileceğinden emin
olduğunu dışa vuran bir kesinlik duygusu vardı.
“Beyefendiye kimin geldiğini
söyleyeyim.”
“Bay ALAN deyiniz hanımefendi.
İşçi hakları alanındaki çalışmalarından dolayı beyefendiye hayranlık besleyen
binlerce insandan biriyim.”
Genç kadın, yavaşça kenara
çekilerek holde duran yalnız koltuğu göstererek “Şöyle buyurun, beyefendiye
haber vereyim” dedi. Birkaç adım geriye çekildi. Genç kadın ellerini önlüğünün
üzerinde birleştirmiş olarak adamın oturmasını seyretti. Geriye birkaç adım daha
attıktan sonra koltuğa oturan adamın, üzerine odaklanan bakışını yakaladı, bir
an duraksadı, mümkün olsa hep öyle kalmak ister gibi bir hali vardı. İstemeye
istemeye arkasını dönerek merdivenleri aksayan adımlarla çıkmaya başladı. Kadın merdivenlere tırmanırken az önce yaşadığı tereddüdünün nedeni, genç
adamın gözünün önünde beliriverdi. Kadın, bir günah torbası gibi, omuzlarının
arkasından başıyla yarışacak kadar küstah bir kamburla merdivenleri çıkıyordu. Merdivenlerin
orta yerinde dağınık saçlarını düzeltir gibi yaparak bir anlığına adama baktı.
Adam ona bakıyordu; gizli günahı ifşa olmuştu. Derin bir soluk aldı; merdivenlerin kalan
kısmını arsız bir günahkârın pervasızlığıyla tüketti.
Hol antika
eşyalarla adeta tıka basa doldurulmuş kasvetli bir yerdi. Kasvetli zenginlik, sadece holde değil, zayıf bir ışığın aydınlattığı büyük salondan bir S çizerek
yukarı çıkan ahşap korkuluklu merdivenden, merdiven boyunca duvara asılmış
tablolardan dalga dalga hole akmaktaydı. Genç adam bu kasvetli manzara
içerisinde dudaklarına kondurduğu gizli bir memnuniyet tebessümüyle etrafı
inceliyor, gözüne takılan her ayrıntıyı ilgiyle seyrediyordu.
Holün girişinde beliren kadın “Beyefendi
sizi çalışma odasında bekliyor” dedi. Genç adam atletik bir hamleyle ayağa
kalktı; kibrini dışa vuran bir saygıyla kadına yol göstererek onu takip etmeye
başladı.
Yaşlı
adam, adeta kitap deposu görünümündeki odasının ortasında bulunan masasının arkasında
zorlukla ayağa kalkarak genç adamı karşıladı. Masanın hemen önünde bulunan deri
koltuğu işaret ederek, zorla kalktığı koltuğuna bir an evvel oturma
sabırsızlığıyla konuğunu bekledi. Genç adam adım adım masaya yaklaşırken, her
adımda, odanın geri kalanının loş ışığından kurtularak çalışma masasını aydınlatan
ışıkla aydınlanıyordu. Yaşlı adam yorgun, gözlerinin görüş alanına giren siyah
ayakkabılar, siyah pantolonun örttüğü uzun bacaklar, düğmesiz siyah bir gömleğin
içindeki zayıf bedeni örten kara pelerinden sonra esmer yüzünde iki kara delik
gibi duran siyah gözlerle göz göze geldi. Yaşlı adam uzattığı elini havada
unutmuş, adamın gözlerine kilitlenen bakışıyla kalakalmıştı. Genç adam, yüzüne
kondurduğu hafif bir tebessümle elini uzattı. Titreyen bir sesle “Hoş geldiniz
Bay eee!” dedi yaşlı adam. “İsmim, Alan,
efendim” diye tamamladı genç olanı. “Ama bana ilk ismimle hitap ederseniz onur
duyarım. Lütfen bana Can deyin efendim.” Yaşlı adam şaşkınlık içerisinde elinin
bırakılmasını beklemeden kendisini bir çuval gibi koltuğuna bıraktı. Soluk
alışı hızlanmıştı. “Ayakta kalmayın oturun.” diyebildi titreyen sesiyle. Açılan
pelerinin kan kırmızı astarı yaşlı adamın göz bebeğine düştü. Masada bir şeyler
aranır gibi etrafına bakınan adam bulduğu mendiliyle alnında damla damla
biriken teri sildi. Bir yandan da, kendisine huzursuzluk veren durumu
sıradanlaştırmak için “Kıyafetiniz”, dedi. “Çok farklı.”
Bakışları donuklaşmıştı. Genç
adamın neresine baksa gözleri orada kilitlenip kalıyordu. Genç adam yarattığı etkiden
memnun bir halde, “Farklı giyinmeyi severim” dedi. “Belki siz de bilirsiniz, himm…
Adını tam hatırlamıyorum ama yine böyle bir gecede ziyaret ettiğim şairin son
şiirinde dediği gibi: Toza karışan tozdur, atılan toprak kürek kürek, son
kostümüdür bu son perdenin, giyilen düğmesiz kara gömlek.” Genç adam sözünün
sonunda kuvvetli bir kahkaha bıraktı odaya. Kahkaha binlerce feryadın sıkı bir
demeti gibiydi. “Şimdi diyeceksiniz ki ‘kefen beyaz olur, nereden çıktı bu
düğmesiz siyah gömlek?’ Şair ‘düğmesiz siyah gömlek’ derken sanırım ölümün
sonsuz karanlığını kast ediyor. Öyle bir karanlık ki, bedenimizi bile bizden gizleyen,
bilincimizin sonsuz azap veren ışığından başka her şeyi örten bir karanlık…”
Yaşlı adam zaman
algısını darmadağın eden kefen, ölüm ve karanlık kelimelerine yapılan vurguyla kendisini
zamanın ve mekânın olmadığı yere sürükleyen bu konuşmadan kurtulmak azmiyle, feryat
edercesine, bir an evvel misafiri gelmezden öncesinde olduğu hale dönme
telaşıyla “Ziyaretinizin sebebini öğrenebilir miyim?” dedi. Dedi ama tüm
çabasına rağmen sesindeki korkak titremeyi gizleyememişti. Ansızın içine düştüğü
edilgen durumdan kurtaracağını düşünerek ve kendini dünyevi bir ciddiyette zorlayarak
sorduğu bu sorudan sonra misafirini seyretmeye başladı. Misafir sessiz, bakışları
yaşlı adamın gözlerinde, bir müddet bekledi. Yüzünde olanları anladığını
haykıran alaycı bir ifade vardı. Bu kısa sessizliği genç adamın çırptığı elinin
sesi bozdu. “Sizden bir şey almaya geldim …” Gözü kitaplıkta cam bir korumanın
arkasına özene bezene dizilmiş kitaplara takılan genç adam, başladığı cümleyi
unutmuş gibi durdu. “Antika kitaplar!” dedi. “Asıl işimden sonra ilgimi çeken en
önemli şeydir. Anlaşılan siz de seviyorsunuz antika kitapları?” Yaşlı adam az
önce sorduğu sorunun cevabını artık duymak istemiyormuşçasına konunun
değişmesinden memnun ayağa kalktı ve “Gelin size yakından göstereyim.” dedi.
Cam muhafazanın şifresini itinayla girdi, yeşil bir ışığa eşlik eden “bip”
sesinden sonra kilidi çıkardı ve deri kapağı kararmış eski bir kitabı özenle
eline alarak genç adama uzattı. “On altıncı yüzyıldan günümüze ulaşan nadide
bir İncil nüshası. Paha biçilemez…” Genç adam şımarık bir çocuk edasıyla, eline
aldığı kitabı evirip çevirmeye ve kitabın yaşına göre hayli kaba sayılacak şekilde,
kalın sahifelerden bir kaçını çevirmeye başladı. Biryandan da “Değeri yaş belirliyorsa
benim değerimi siz düşünün.” diye mırıldandı. Tüm bunları yaparken göz ucuyla yaşlı adamı
izliyor, onun bu hoyratlığa müdahale etmek için elinin yarım kalan hamlelerini
zevkle takip ediyordu. Yaşlı adam, bir ananın şifa umarak teslim ettiği evladının
doktorun elindeki feryatları karşısında kendini dizginlemeye çabalaması gibi zorlukla
kendini tutuyordu. Bu azaba daha fazla dayanamamış olmalı ki, “Madem kitapları
bu kadar seviyorsunuz, kabul ederseniz koleksiyonuma en son katılan bir kitabı
size armağan etmek isterim.” dedi. Kitabı almak için kapının yanında bulunan bir
rafa yöneldi. “Gençsiniz, böylece belki sizin koleksiyonunuzun başlangıç
eserini ben hediye etmiş olurum.” Yaşından beklenmeyecek bir hızla geri
döndüğünde elinde, turuncu karton kapağında yağ lekeleri bulunan, sırtı
kahverengi bir deri şeritle kaplı, ince bir kitap vardı. Kitabı genç adama
uzattı. Genç adam, bir yaşlı adama bir de elinde tuttuğu kitaba baktıktan sonra,
onu orada bırakıp masanın önündeki koltuğa oturdu. Elindeki kitabı evirip
çevirmeye devam ediyordu.
“Benim kim olduğumu bildiğinizi
düşünmesem, başınızdan kolaylıkla savabileceğiniz adi bir hırsız olduğumu
düşündüğünüzü sanacağım.”
Sesinde ince bir tehdit
hissediliyordu. Yüzünde hakarete uğramış
saygın bir insanın dilini bağlayan nezaketini her an çözebileceğini ima eden
kibirli kızgınlık hali vardı. Yaşlı adam, değerli kitabını onun hoyrat
ellerinden bir an evvel kurtarmak için giriştiği bu başarısız hamleden mahcup
olmuş, misafirinin asılan suratının ince korkusu içinde kıvranmaya devam
ederken kekeleyerek,
“ Ben sadece genç bir meraklıyı
heveslendirmeye çalışıyorum.”
“Ben, değeri düşük hediye peşinde
koşan bir amatör değilim. En değerlisini alırım insanın. Beni bir kitapla
başınızdan savabileceğinizi düşünmeniz ne kadar… hımm çaresiz ve küstahça.”
“Beyefendi beni yanlış anladınız.
Neyse bir önemi yok. Bu konuşmayı uzatmanın anlamı da yok. Size iyi akşamlar.”
Genç adam, hışımla ayağa kalktı.
“Hala anlamadın değil mi? Sen
bitiremezsin, sona ereceği, ölümün kesinliğiyle ben sona erdiririm.”
Genç adamın gür sesiyle,
bağırarak “ben” derken eliyle havalandırdığı pelerinin astarı, o an çakan bir şimşeğin
ışığıyla odayı kan rengine boyadı. Yaşlı adam yanında bulunduğu masaya
tutunarak zorlukla koltuğuna ulaşmaya çabalıyordu. Titreyen adımlarını
zorlayarak koltuğuna ulaştığında patlayan gök gürültüsü evi sarstı. Yaşlı adam
takatsiz kendini koltuğa bıraktı. Çıkan
fırtına, hızlanan yağmuru olanca gücüyle camlara çarpmaktaydı. Yapışan dilini
tekrar tekrar ıslatmaya çabalayarak zorlukla konuşuyordu.
“Benden ne istiyorsun?”
Genç adam odanın içini adımlamaya
başlamıştı. Bir yandan da yaşlı adamı bakışıyla koltuğuna yapıştırıyordu.
“Ah şu insanlar! Kabaran
kibirleriyle Tanrı’nın tahtına göz dikerler, ancak ne zaman gölgem üzerlerine
düşecek olsa masum bir yavruya dönüverirler. Dedim ya, ben en değerli olanını
almaya geldim. Ama acelem yok. Gün doğumuna kadar zamanımız var, daha doğrusu
zamanın var.”
“Benden ne istiyorsun?”
“Aynı soru! Anlamadın mı? Sen ki,
her bir savunması hukuk tarihine geçecek kadar kıvrak bir zekânın ürünü olan
ünlü avukat, hâlâ aynı soruyu soruyorsun.” Anlayıp anlamadığını görmek ister
gibi karşısında durup yaşlı adamın gözlerinin içine baktı. Sonra odada
gezinmeye başladı. “Sen ki, fiili çaresizlik kavramını hukuk yazınına soktun. Fiili
anlamını yitirmiş Hukuk Önünde Eşitlik İlkesinin toplumsal adaleti temin
etmede acze düştüğünü, güçlenen bazı kesimlerin toplumun diğer kesimlerini
nasıl da fiili bir çaresizliğe mahkûm ettiğini ilan ettiğin tarihi konuşmayı
dün gibi hatırlıyorum. ‘Her bir yurttaşın diğerine denk güçte olması, eşitliği,
eşitlik ise adaleti tesis eder. Hukuk bu güç dengesini sağlayamıyorsa ilan
ediyorum ki, ölmüştür.’ diyordunuz. Sözünüzü bitirdiğinizde meydanda toplanan
halkın çılgın tezahüratını siz de unutmamışsınızdır.”
“İltifatlarınız için teşekkür
ederim. Söylediğin bu övücü sözlerin sende, senin geldiğin yerde bir anlamı yok
mu? Bu gördüğüm muamele…? Daha fazla saygıyı hak etmiyor muyum?”
“Saygı?” dedi genç adam yüksek
sesle. Bakışlarını tavanda diktiği noktadan yaşlı adama kaydırarak.
“Vahşetlerinin ilkelliğini,
ahlaksızlıklarının utancını ve acemiliklerinin sıradanlıklarını geçmişe
gömmüşlerin hep beklediği şeydir saygı. Beyaz efendinin yerliden, dedenin
torundan, anne-babanın çocuktan, ustanın çıraktan velhasıl eskinin yeniden
beklediği şeydir saygı. Sizlerden, yani sizin gibi bir ölümlü olan filozof
Giambattista Vico der ki, ‘bu günün etkileyici yetişkin hatibi dünün yarı
kekeme çocuğuydu.’ İnsan, bu günkü mükemmellik görüntüsü ve iddiası ile geçmişindeki
noksanlık ve kusurları nasıl da gizler. Bu gün varılan nokta geçmişi örter mi?
Sizin için belki, ama benim geldiğim yerde, yani geçmişin ve geleceğin şimdiki
anla kol kola girdiği yerde, hayır. Ben bir adım daha ileri gidiyorum ve diyorum
ki, sandığınızın aksine, siz geçmişte kaldığını düşündüklerinizi ruhunuzda bu
güne taşımaktasınız. Bunu gören biri olarak, sizin önünüzde nasıl saygıyla
eğilebilirim? Benim geldiğim yerde bilincin en kuytu köşeleri bile aşikârdır. Orda
olan her şey bilinir. Bu nedenle seni de çok iyi tanıyorum.”
Genç adam alevli yakıcı bakışını
yaşlı adama dikmiş bir müddet durdu. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.
“Daha zamanımız var, seninle bir
oyun oynamaya ne dersin?”
“Oyun mu?”
“Evet. Şimdi şu hizmetçi kızı
çağır. “ Sesi buyurgandı. Yaşlı adam uysallıkla başını salladı. Masanın
kenarındaki düğmeye bastı. Aşağıdan açılan bir kapının sesi duyuldu. Genç adam gözünü
kapıya dikmiş bekliyordu. Birden “Şimdi” dedi ve genç kadın kapıyı açarak içeri
girdi.
“Buyurun efendim.” Genç adam
ötekini beklemeden konuşmaya başladı.
“Beyefendiyle derin ve bir o
kadar da karmaşık bir sohbete dalmış durumdayız. Sizin de bize katılmanızı arzu
ettik.” Genç kadın yaşlı adama baktı, adam “tamam” der gibi başını sallayarak ona
masanın önündeki koltuğu gösterdi. Genç adam odanın içinde gezinirken konuşmaya
devam etti.
“Hanımefendi! Beyefendiyle
anlaşamadığımız bir husus var. Bir de sizin fikrinizi almak isterim. Sayıları
oldukça az olmakla beraber ben derim ki, bağlandıkları insanın yerine canını
seve seve verebilecek insanlar hâlâ vardır. Beyefendi bu görüşüme itiraz diyor.
Yaşlı adama şeytani keskinlikte
bir göz kırpma fırlattıktan sonra “Sizi ele alalım. Siz, oldu ya beyefendinin
vakti bu gece sona erecek olsa ve onun yerine canınızı vermeniz mümkün olsa,
efendiniz için canınızı verir miydiniz?”
Genç kadın şaşkın halde
bakışlarını iki adam arasında dolaştırdı. Söyleyeceklerini sıraya dizmek ister
gibi başını öne eğerek bir an düşündü.
“Beyefendiyi babam gibi severim;
hatta hiç tanımadığım babamdan bile öte. Yıllardır hizmetindeyim. Onun, kaç
yoksulun umutsuzluktan solan yüzünde umut çiçekleri açtırdığına şahit oldum.
Kendi kendime hep şu dünyada beyefendi gibi kaç kişi bulunur diye sorarım. Böyle insanların yaşaması gerekir benim gibi
değersizlerin yerine…”
Genç adam ellerini havaya kaldırarak,
az önce oturduğu koltuktan yine ayağa kalktı ve yaşlı adama dönerek,
“Beyefendi görüyorsunuz ben haklı
çıktım. Bu bahsi kaybetseniz de ortaya çıktı ki siz, şu dünyada yerine canını
verebilecek biri bulunan seçkin insanlardansınız. Rahat olun, mutlu olun,
övünün kendinizle.” Kadını gösteren keskin bir bakış fırlattıktan sonra, elinde
tuttuğu kitaba gözü ilişen genç adam,
yeniden hatırlamış gibi “Bu kitabı diyordum. Elinize nasıl ulaşmıştı? ”
Yaşlı adam derin bir nefes aldı.
“Davasını takip ettiğim bir göçmen, ödeyemediği avukatlık ücretinin yerine
hediye etti.”
“Paha biçilmez bir eser. Acaba
bunu size veren o göçmen, değerinin farkında mıydı?”
“Bilmiyorum.”
“Yapmayın! Bunu nasıl bilmezsiniz?
“
“Babası, yanlışlıkla koyununu
öldüren bir yerliden mecburen almış. Adam da babasından kalan eşyalarla beraber
alıp şehre getirmiş. Onlar için sadece eski bir kitaptı. Antika bir kitabın
onların dünyasındaki önemi ancak bu kadardır.”
“Yapmayın efendim. Para herkesin
dünyasında anlam ifade eden bir değer değil midir? Adamcağızı bu kitabın
değerinden haberdar etseydiniz, hayatı nasıl değişirdi kim bilir? Ama siz
elindekinin kıymetini bilmediğini bildiğiniz birisinden alıverdiniz ve
koleksiyonunuzun en değerli parçası olarak ona sahip oldunuz.”
“Evet, bunu değeri karşılığında satın
alamazdım. Ama onun için fazla değerli değildi?”
“Ah insanlar! Aynı yalanı
tekrarlayarak onların birer gerçeğe dönmesini sabırla bekleyen zavallılar… Buna
rağmen olanları bizimle dürüstçe paylaşmanız takdire değer.” Genç adam, bildiği
sır ortaya dökülmüş birinin kibirli, yapmacık hayal kırıklığıyla konuşmaya
devam etti.
“Efendim merak ettiğim ikinci
husus: yanılmıyorsam on üç yıl önce yani şehir meclisi üyeliğine henüz
seçilmemişken… Evlerini boşaltmak zorunda kalan göçmen mahallesi sakinlerinin
davalarını ücretiz üstlendiğinizi açıklamıştınız, bunu neden yaptınız?”
Yaşlı adam konuştukça rahatlıyor
gibiydi. İtiraf sanki omuzlarındaki yükü azaltıyor, koltuğunda daha dik
oturuyordu.
“Şehre yeni taşınmış tanınmayan,
yetenekleri diğerlerinden daha fazla olmayan, sıradan bir avukattım. Ancak
hırslıydım. Artık zaman kaybetmeden yükselmem, hak ettiğim maddi güç ve yetkiye
kavuşmalıydım. Benim gibi sıradan bir avukatın dikkat çekmesi kolay değildi. O
sırada göçmenlerin evlerinden çıkartılmaları gündeme geldi. İyi bir hamle için
en uygun zamandı ve davayı üstlendim. Yanılmamıştım, dikkatleri üzerime bir
çekince, her şey değişmeye başladı. Yaratılan güven insanın ne hatalarını
gizleyiveriyor bir bilseniz. Sonra şehir meclisi üyeliği, komisyon
başkanlıkları vesaire vesaire… Hepsi birkaç baldırı çıplağın haklarını
savunduğum için ayaklarımın önünde seriliverdi. Yıllarca didinmelerim sonunda
elde ettiklerimle kıyaslanmayacak şeylerdi bunlar. Kahrolası bu düzen böyle
işte.” Karanlığın efendisi memnun bir yüz ifadesiyle yaşlı adamı dinliyordu.
Yaşlı adamın durmaya niyeti yok gibiydi.
“Sen sormadan devam edeyim
istersen. Nasıl olsa sen her şeyi biliyorsun ama konuşmak beni güçlendiriyor.”
Yaşlı adam konuşmaya devam ederken genç kadın hayretle açılmış gözlerle ona
bakmaktaydı.
“Nasıl olsa bu odadan ikimiz
birden çıkamayacağız… Annen, hayatta taparcasına tutkuyla âşık olduğum tek
kadındı. Ama o, bir çulsuzun karısıydı. Kocasına atılan iftirayı temizlemem
için bana yalvarırken, aslında ben onun kölesi olmuştum. Beni hiç kabul etmedi.
Umduğumun aksine o masum çulsuz ipin ucunda sallandıktan sonra bile bana
direndi, ölümü seçti ama kendini bana teslim etmedi. Sen, hayatta sevdiğim tek
kadının bana kalan çirkin mirasısın.”
Genç kadın gözleri yaşla dolu,
eli hayretle açılan ağzına kapatılmış olarak yaşlı adamı dinliyordu. Adamın
sözü bitince kadın beklenmeyen bir çeviklikle ayağa kalktı.
“Onları acımadan ölüme nasıl
gönderdin? Yıllarca koruyucum sandığım sen, hayatta çektiğim tüm acıların kaynağıymışsın.
Alçak!”
Kadın hızla kapıya yöneldi. Yaşlı
adam, oyunu bozulan çocuk sızlanmasıyla genç kadını göstererek
“O gidiyor? ” dedi.
Genç adam olanlardan oldukça
memnun görünüyordu. Adım adım varmak istediği hedefe yaklaşmaktaydı, omzunu
silkti.
“Görüyorum.”
“Bir şey yapmayacak mısın?”
“Ne yapabilirim ki? Kadın haklı.”
“Hani benim yerime…?”
Genç adam
ikinci kuvvetli kahkahasını salıverdi. Kapının çalan zili bu kahkahayı yarım
kesti. Hizmetçinin kapıyı açtığı duyuldu. Genç adam ciddileşen bir ifadeyle
açılacak oda kapısını ne getireceğini bekliyordu. Odanın kapısı hızla açıldı. Ayaklarına
kadar uzanan yağmurluklarından sular damlayan üç polis içeri girdi. Polislerden
ikisi üzerine atıldıkları genç adamı kollarından yakalarken üçüncüsü, saygıyla
şapkasını çıkararak Avukatı selamladı.
“Efendim uzun süredir peşindeyiz
bu adi hırsızın. Buralarda olduğu ihbarını aldık. İnsanları Azrail olduğuna
inandırarak eğleniyor, sonra da onları soyup kayıplara karışıyor. Ama tiyatrocu
olduğu kadar iyi hırsız olmadığı artık belli oldu. Bir de zırva bir şiir
uydurmuş. ‘Toza karışan tozdur, atılan toprak kürek kürek, son kostümüdür bu
son perdenin, giyilen düğmesiz kara gömlek.’ Hangi salak inanır buna?”
Diğer iki polis katıla katıla
gülüyorlardı. Biri lafa karıştı.
“Adı da Can Alan’mış
beyefendinin.” Genç adamı tutan polislerin kahkahası katmerlenmişti. Kahkahasına
zorla ara veren polis genç adamın ensesine bir tokat yapıştırdı. Şeflerinin
buyurgan sesi ikisini de kendine getirdi. “Arabaya götürün! Biz de iyi bir
dinlenmeyi hak ettik.” Gülmelerini gizlice sürdüren polisler tam kapıdan
çıkarken “Bir dakika!”. Polis şefi genç adamın elinde tuttuğu kitabı hırsla
çekip alarak yaşlı adama uzattı.
“Size zarar vermediğine sevindim
efendim.”
Yaşlı adam donuk gözlerle sadece
seyrediyordu. Uzatılan kitabı aldı. Polisler genç adamla odadan çıkarken,
hırıltılı bir sesle zorlanarak “Durun lütfen!” diyebildi. Donuk gözlerle genç
adama bakıyordu.
“Ya şimşeğin tam da o anda
çakması? Hizmetçinin odaya geliş anını bilmeniz?”
Genç adam kibrinden bir şey
kaybetmemişti.
“Birincisi tesadüf, ikincisi
merdivenleri saymıştım. “dedi.
Tam kapıdan çıkarlarken
karşılarında hizmetçi kadın belirdi. Daha dik duruyordu. Genç adama bir adım
yaklaştı.
“Gözümü açtın ama şimdi daha
mutlu değilim.” Geri çekildi. Polisler hızla merdivenleri inerken
“Memur bey! Beni de şehre bırakır
mısınız? Bu evde bir dakika daha kalamam.”
Çarpılan kapıyla
ev tekrar eski sessizliğine büründü. Yağmur dinmişti. Gece, şafaktan önceki en
karanlık noktasında oyalanırken, yavaşlayan zaman yaşlı adamın üzerine çullanmaktaydı.
Masasında o halde kala kaldı. Çalan zilden irkilerek kendine geldiğinde, artık
kapıya bakacak bir hizmetçisinin olmadığını hatırladı; kendi kendine söylenerek
yerinden doğruldu. Merdivenden inerken holde gezinen kara gölgeyi gördü. Holün
duvarına düşen gölge içeriyi gözetliyordu. Açılan kapının yine tanıdık gıcırtısı
duyuldu. Yaşlı adam öfkeli bir sesle, “yine mi sen” dedi. Gölge kara pelerinini
havalandırdı, onu sardı. Birden her şey karardı ve öyle kaldı.
Fahreddin FIRAT
Yorumlar
Yorum Gönder