Takma Kol


İnsansı bir saplantıdır ki muhtemeller, olasılıklar evreninden kurtulup gerçek evrene bir bir indirgendiklerinde, inanmaya meyilli zihinlerce mucize olarak yorumlanır ve tanrının varlığına bir delil olarak ileri sürülür. Ancak bunlar, olasılıklar evreninde potansiyel varlıklarını sürdürseler, inkâra meyilli zihinlerde tanrının yokluğuna yorumlanırlar. Fakat olasılıklar evreninin ne tanrının varlığını ne de yokluğunu vuzuha kavuşturma çabası söz konusudur. Bu, insan beyninin evrenin olağanüstü karmaşıklığı karşısındaki kör basitliği ve sınırlı boyutlara mahkûm oluşundandır. İnsan basiti karmaşıklığa, bütünü detaya tercih etme eğilimindedir...[1]


 M- şehri, kuzeyi baştan başa yüksek dağlarla kuşatılmış ovaya karşı, sıradağın eteklerindeki dar düzlüğe tutunmuştu. Orman, sırtını yasladığı dağın heybetinden aldığı vahşi güç ile çatık kaşlarını yamacındaki şehre dikmiş, onu bir adım daha atamayacak halde tutunabildiği dar düzlüğe hapsetmişti. Çamın pek çok türünü sinesinde barındıran Kuzey Dağları, eteklerine doğru seyrekleşen ormanıyla öfkeli eğiminden vazgeçerek insafa geliyor,  işte o zaman insanlar için ulaşılabilir oluyordu. Her zaman bulutlu, ıslak ve her daim yeşil bu dağlarda yaşamın coşkusu her dalda, her yaprakta, her çiçekte, her taşta adeta haykırarak varlığını belli ediyordu. Ormanın bu kesiminde dar yollar, ulu ağaçların ayaklarının dibinden kıvrıla kıvrıla yeşillikler arasında kaybolmaktaydı. Her mevsimde ormanın kesintisiz çığlığına rağmen tenha bir dinginlik ve kimsesiz bir sessizlik hüküm sürmekte, ıslak yeşilliğin geniz yakan kokusu dalga dalga yayılmaktaydı. 
            Mayıs ayının son günleriydi. Bir araya gelen her şehir sakininin konuştuğu elim bir kaza, şehirde dilden dile dolaşmaktaydı. Şehirlilerin kazaya gösterdiği ilginin bu denli büyük olmasının nedeni, ulaşılamayacak kadar nadir bir mutluluk mabedinin yanı başlarında yükselmesi ve bu mabedin hiç beklenmedik bir zamanda yok olmasıydı. Olay, kısa süre önce şehre yerleşen genç cerrah ve karısına, orman yolunda sürat yapan bir aracın çarpmasıydı. Cerrah, kazada ağır yaralanmış ancak genç karısı aracın altına sıkışarak feci şekilde can vermişti. Çevrelerine yansıttıkları mutluluklarıyla kendilerini tanıyan herkeste ancak imrenme duygusu olarak dışa vurulabilen derin bir kıskançlık hissi uyandıran çiftin yaşadığı kaza, günlerce şehir gündeminin en önemli maddesi olmuştu. Sonu gelmez yorumlar, keşkeler ve sankiler ile başlayan, bilgiççe söylenen ancak hiçbir değerinin olmadığını söyleyenin de çok iyi bildiği cümleler söylenip duruyordu. Genç kadının, ancak bir pembe açelya demetindeki pembemsi kadınsılıkla anlatılabilecek kadar güzel olması ve güzelliğinin, çevresindeki bakışları her daim kendine hapsetmesinin mahcup masumiyeti yanında çevresindeki herkeste hayranlık, imrenme ve gizli kıskançlık yaratacak kadar cüretkâr olmasıydı onu konuşana, onu konuştukça ona yakınlaştığı duygusunu veren. Olay günlerce gazetelere konu oldu. Kaza, cerrah ve karısının sık sık yaptıkları gibi orman yolunda bisiklet gezisi yaptıkları o gün,  sık ağaçların arasında kıvrım kıvrım bükülerek giden yolda meydana gelmişti. Cerrah ağır yaralı olmasına karşın fırlatıldığı yol kenarından sürünerek aracın altında sıkışan karısına ulaşmaya çabalamış, fakat onu kurtaramamıştı. Daha sonra anlattığına göre,  karısını çıkarmak için çabalarken sürücüden yardım istemiş, yalvarmış. Cerrahın “Tanrı aşkına yardım et!” diyen feryadına karşı sürücü, tarifsiz bir soğukkanlılıkla onu seyrettikten sonra, “Tanrıya inanır mısın?” diye sormuş; aldığı evet manasına gelen baş hareketi üzerine “Bu hiç yaşanmamalıydı. Tanrıya inan. O acını hafifletir.” demiş ve otomobile binerek oradan hızla uzaklaşmış.  Otomobil hızla uzaklaşırken patinaj yapan lastiğin sıcaklığını yüzünde hisseden genç adam, bu arada eşini kurtarmak için otomobilin altına uzattığı kolunun yarısını da eşinin elini tutar halde asfaltın üzerinde bırakmıştı. Kazanın faili bulunamadı. Failin eşkâlini tespit etmeye dönük her girişim, genç cerrahın “Ölümcül yeşil gözler” nitelemesi ve failin iki kaşı arasında adeta kafatasına kadar indiği izlenimi veren V harfine benzeyen derin bir izin tespitinden öteye geçemiyordu. Kaza hızla unutuldu. Derler ki, acı tek kişilik bir oyundur. Bu oyunu acıyı çeken oynar ve perde kapanır.  Genç adam da kendisi için yazılan bu tek kişilik oyunu oynamak zorunda olduğunu olgunlukla kabul etmişti. Buna rağmen zaman zaman kuzey ormanında içli hıçkırıkların ağaçlar arasında hayalet gibi gezindiği, halk arasında söylense de hiç kimse bir daha ne genç cerrahı görebildi ne de o hıçkırıkların sahibini bulabildi.
*****                           *****
                Soğuk bir kış sabahı gözlerimi açtığımda yorganın dışında kalan kolumun üşümekten sızladığını fark ettim. Aslında hafif olan uykumdan uyandıran da buydu sanırım. Yaşanması, akşam edilmesi ve yaşanan geçmiş günlere ilave edilmesi gerekecek yeni bir günün başındaydım. Sorumluluğumu, daha doğrusu mahkûmiyetimi yerine getirmenin zorluğunun verdiği umut kırıklığı ile üşümekten sızlayan kolumu yorganın altına alarak, kendimi uykuya zorlamayı denedim. Fakat taze bir günün başlangıcını fark eden bilincim, bir türlü uykuya teslim olmak istemiyordu. Odanın içinde gelişigüzel gezinen gözlerim, daldan dala atlayan şımarık bir yalıçapkını gibi düşünceden düşünceye, anıdan anıya atlayıp duruyordu. Bir süre sonra bilincimin bu dağınık düşüncelerden usanarak uykuya teslim olacağını umut ederek ısrarla yataktan çıkmamaya karar vermiştim. Dışarıda mevsimin kimliğini fazlasıyla hatırlatacak bir hava vardı. Etrafı kaplayan kar sisi, lapa lapa yağan karı bile gizlemekteydi. Rüzgâr kar tanelerini bir o tarafa bir bu tarafa savurup duruyordu. Rüzgârla kulübemin penceresine çarpan kar taneleri penceremin pervazına tutunuyor, biriken kar bir müddet sonra ıslık çıkararak esen bir dalga tarafından alıp götürüyordu. Bu yalın manzara, içimde en ufak bir sıkılmaya meydan vermeden beni dakikalarca meşgul etti. Kar tanelerinin, her birinin asla ötekine benzemediğini okuduğum bir dergideki büyütülmüş resimlerini hatırladım. Manzara basitti ama pencereme vurup duran bu kar tanelerinin birbirlerine hiç benzemeyen geometrileri nedeniyle seyrettiğim manzaranın sandığım kadar yalın ve basit olmadığını düşünmeye başlamıştım. Pervaza birikip sonra dağılan bu kar yığınlarına, biraz yakından bakılabilse her birinin eşsiz bir kar yığını geometrisine sahip olduğu görülebilirdi. Basitlik ve sıradanlığın aslında benim bakış ölçeğimden kaynaklandığını biliyordum. Acaba biriken kar, tutundukları yerde taşınamayacak kütleye eşit zaman aralıklarında mı ulaşıyorlardı? Saniyeleri içimden saymaya çalışarak pervazda biriken karların eşit zaman aralıklarında düşüp düşmediğini bulmaya çabaladım. Sonuç karmaşıktı. Düzenli bir tekrarı yoktu. Rüzgârın şiddeti, göz önünde bulundurulması gereken diğer bir faktördü. Bunu rüzgârın ıslığı ve pencerede çıkardığı sesten faydalanarak belirleyebilip, belirleyemeyeceğimi düşündüm.
Rüzgâr şiddetini artırıyordu. Savruk düşüncelerden yorulan zihnimde, her şeyi bir anda durduran güçlü bir ses yankılandı. “Yardım et”. “İşte” dedim kendi kendime “Olacak oldu sonunda. Savruk düşünce bataklığında can vermekte olan bilincim feryat etmeye başladı.” Rüzgâr iyice hızlanmıştı. Penceremi daha hızlı dövmekteydi. Gözlerim kapalı olduğu halde penceremin pervazında biriken karların artık daha kısa sürede düşüyor olmalarını beklemek mantıklıydı. İçimden yükselen bir ses “Ben delirdim mi?” sorusunu pervasızca soruverdi. Penceredeki kar taneleriyle uğraşmayı kendine en önemli iş olarak seçen zihnimin öteki parçası, soruyu hemen cevapladı.“Basit yaşamın sıradan insanlarının ölçütlerine göre delirmişsin.” Kahkaha atasım geldi. Fakat zayıf bir tebessümle yetindim.  Fırtına iyice artmış olmalıydı. Penceremi yerinden sökecek kadar tıngırdatıyordu. Pervazına biriken karların daha hızlı düşmeleri gerekiyordu. Teorimi test etmek için başımı pencereye çevirdim.  Penceremde bir gölgenin oynaştığını gördüm. Cama var gücüyle vurmaktaydı. Bir ara eğildi, camı kardan temizledi ve içeriye baktı. İşte o an duyduğumun rüzgârın sesi olmadığını anladım. Hızla yatağımdan fırladım; kapıya koştum. Kadın zorlukla kapının önüne gelebilmişti; içeriye girdi. Onunla beraber yakıcı bir soğuk kulübeme doluverdi. Gücünü tüketmişti. Kapının arkasına yığıldı. Yatağa taşıdım. Elime ne geçirdiysem üzerine örttüm. Kadın hala titremekteydi. Bu arada davetsiz misafir soğuk, kulübeyi doldurmuştu. Titrediğimi fark ettim. Üzerime kalın giysilerimi giyip, ocakta yakacak bir şeyler bulmak için dışarı çıktım. Döndükten sonra ocağın başında, odun inadının ateşe yenilmesinden sonra çıkan çıtırtıların sıklaşmasını bekledim.  “Tanrı aşkına yardım et.” Kadın yatakta doğrulmuş, ağlamaktaydı. “Tanrı aşkına yardım et.” Umutsuzca tekrarlıyordu. “Eşim...” yutkundu. “Eşim yaralı. Fırtınada yolumuzu kaybettik. Vahşi köpeklerin saldırısına uğradık. Eşim yaralı. Ona yardım edin. “ Kadın, kesik kesik soluklanma molaları vererek ancak konuşabiliyordu.
“Eşiniz nerede? ” Kadın donuk gözlerle ocaktaki ateşe bakıyordu. Gözlerinden, umutsuzluktan kaynaklanan çaresizliğin yüklediği yaşlar tekrar akmaya başladı.
“Bilmiyorum. Sadece dağdan aşağı indim. Burayı tesadüfen buldum. Hatırlamıyorum. Bulamam… Lütfen bana yardım edin.”  Kadının çaresiz yalvarışı, içimde yıllar ötesine gömdüğüm bir şeyleri kıpırdattı.
“Vahşi köpeklerin saldırından korunmak için gövdesinde oval bir boşluk bulunan büyük bir ağaca sığındı.” Zihnimde şimşek çakmıştı. “Yumurtlayan ağaç” diye mırıldandım. Bu ağacı biliyordum. Gövdesindeki yumurta benzeri oval delik nedeniyle böyle anılırdı.
“Eşinizi bulup getireceğim. Merak etmeyin.” dedim.
Dışarıda dondurucu bir soğuk vardı.  Her birini taktığım adlarıyla tanıdığım ağaç dostlarımı bir bir yoklayarak yumurtlayan ağaca vardığımda, ağacın gövdesindeki deliğe sığınmış orta yaşlı adamı buldum. Adam soğuktan kaskatı kesilmişti. Ama hayattaydı. Vahşi köpeklerin sağ uyluğundan kopardıkları etiyle beraber götürdükleri pantolon parçasının geride bıraktığı yırtık, moraran kanla çevrilmişti. Adamı koltuk altlarına bağladığım iple sürükleyerek dağdan aşağı inmeye başladım. Bazen ben adamı çekiyordum, bazen de adam beni arkasından sürüklüyordu. Yarasından geride kalan izlerin vahşi köpeklerin bizi bulmasını kolaylaştıracağını biliyordum. Bu nedenle olabildiğince hızlı davranmaya çabalıyordum.
Bu dağlarda vahşi köpekler sürüler halinde dolaşmaktaydı. Bazısı evlerinden kaçan evcil köpekler, bazıları kıdemli sokak köpekleri, hepsi benim gibi vahşi hayatı şehre tercih etmişlerdi. Bunlar dağcılar ve gezginler için özellikle de sert geçen kışlarda ciddi tehlike yaratabiliyorlardı.
Adam, taşımamın sertliği ve yarasının sivri kayalarla tekrar tekrar dağlanmasıyla olsa gerek, kendine gelmiş, inilti şeklinde cansız bir sesle bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı. Uluma sesleri telaşımı daha da artırıyor, ben telaşlandıkça yolcumun taşınma konforu kayboluyor ve daha yüksek sesle inlemeye başlıyordu. Duyduğumu sandığım seslerin zihnimde çöreklenen korkularımın bir oyunu mu yoksa ziyafete yetişmekte acele eden köpeklerin gerçek ulumaları mı bilemiyorum. Bir an durup nerede olduğuma bakmadan dağdan aşağı adeta yuvarlanır şekilde iniyorduk. Yanan odun ateşinin çıkardığı dumanın kokusunu aldığımda kulübeme yaklaştığımı anladım. Köpekler, ağaçların aralarından kara hayaletler gibi görünmekte ve kaybolmaktaydılar. Onlar da ayaklarına kadar gelen ve kısmen tadına baktıkları ziyafetten vazgeçmeye niyetli değillerdi. Aramızda var olduğuna inandığım gizli mutabakatın şimdi onları durdurmayacağını hissediyordum. Hiçbir zaman kulübeme bu kadar yaklaşmazlardı. Sürüklediğim yolcumla beraber benim de hayatım tehlikede idi. Bu düşünce içimde bir şeyleri kıpırdattı. Ölmekten bu güne kadar hiç bu kadar korkmamıştım. Şimdi bende değişen neydi? Bu düşünce kafamı kurcalarken korkuma, yorgunluğuma, telaş ve her adımda artık daha yaklaşan köpeklerle sık sık göz göze gelmeme rağmen, içimde uzun yıllar atamadığım, zifte bulaşmış paçavralar gibi zihnime yapışan o kara kederimin üzerine güneş doğduğunu hissediyordum. Bu ölüm kalım anı, zihnimi temizlemiş ve sebebini bilemediğim bir zindelik vermişti. Dilim varsa ve beni o dağlara hapseden matemime saygısızlık saymasam, neşelendiğimi bile söyleyebilirim. Kulübenin kapısı açıldığında kapıya yetişmemize bir iki adım kalmıştı. Hızla kapıdan içeri girmekte olan avını, son anda yakalamak için ayağından ısıran köpekle birlikte içeri girdik. Adamı bırakır bırakmaz ocağın önünden kaptığım odunu köpeğe var gücümle indirdim. Köpek vahşi hayatın çevikliğiyle geri çekilince, odun adamcağızın ayağının üzerinde patlayıverdi. Kadın hızla kapıyı kapadı. Kapının önünde toplanan sürü, ön ayakları ile kapıya vuruyor, uluyor, havlıyor, kulübenin etrafında dönüp duruyorlardı. Olduğum yere yıkıldım. O halde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Boynuma sarılan kolların sıcaklığını hissettim. Aldığım koku yıllar öncesinde kalan, uyanmak istemeyeceğim bir rüyaya götürdü. Kollarımı zarif bedenine doladığımda elimin üzerinde hissettiğim saçları derimi ürpertiyor, tutuşturuyordu. “Teşekkür ederim. Eşimin hayatını kurtardın.”  dedi. Düşlerin ılık havası, gerçeğin açılan penceresinden içeri dolan soğuk ve dondurucu hava tarafından kovuldu.  Bu söz beni kendime getirdi. “Özür dilerim.” diyerek biraz geriye çekildim. “Kim olsa yapardı.” Kadının karşısında savunmasız kaldığım hissi, beni rahatsız ediyordu. Çünkü içimde en tenha, en karanlık köşelerde sakladığım eşimin hatırası, sanki etrafa saçılmıştı. “Eşinizin genel durumu iyi. Ancak en kısa sürede tedavi edilmeli.” Geçmiş günlerden kalma bu cümleler ağzımdan dökülürken içimdeki viran bahçede coşku ağacının dalı kıpırdayıverdi. Bundan önceki günler ve yıllar boyunca birbirine benzeyen günleri kolayca ardı ardına sıralamaya alışmış zihnim, son birkaç saattir yaşadıklarından dolayı yorgun düşmüştü. Ocağın yanına duran sandalyeye kendimi attım. Gözlerim yanmakta olan ateşe kilitlenmiş olarak kadına, köpeklerin uzaklaşmaları halinde eşini şehre götürmemiz gerektiğini söyledim. Bu arada adamın yarasına bakmam ve elimdeki imkânlarla yapılacakları yapmam gerektiğini biliyordum ama içimde anlam veremediğim bir his adamdan uzak durmamı söylüyordu. Bedenim yorgun düşmüştü.  Kadın, baygın eşinin başını dizlerine almış saçlarını düzeltiyor, kısa cümlelerle onunla konuşmaya çabalıyordu. Kulübem iyice ısınmıştı. Tatlı bir yorgunluk göz kapaklarıma yükleniyordu. Bir inanmışın rutin ibadeti gibi zihnim alışık rüyalara dalmak için sabırsızlanıyordu.
Eşimin çığlığı kulaklarımda çınladı. Sağ kolumda derin bir sızı hissettim. “Lütfen uyanın!” Gözlerimi açtığımda omzumu silken elin sahibini karşımda buldum. “Sanırım kâbus gördünüz. Köpekler gittiler.” Gözlerimden akan yaşların yanaklarımdaki soğukluğunu hissettiğimde söyleyebilecek bir şeyler düşündüm ama bulamadım. Hızla ayağa kalktım pencereye koştum. Bir yandan da gözlerimdeki yaşları siliyordum. Köpekler görünürde yoktu. Bana ait kulübemde, bana ait anılarımı paylaşmak zorunda kaldığım bu yabancı insanları hayatımdan bir an evvel çıkarma arzumdan olsa gerek ani bir kararla “Tamam hemen çıkalım.” dedim. Küçük ve yalnız dünyama bir an evvel geri dönmek niyetindeydim. Hızla dışarı çıktık. Adamı, göğsüne bağladığım iple sürüklüyordum. Kadın arkamızdan koşar adımlarla geliyordu. Köpek ulumalarını işittiğimde onların hazırladıkları bir tuzağa düştüğümüzü anladım. Çok geçti artık, geri dönemezdik. Aşağı inerken dar bir düzlüğe yöneldim. Ağaçlar arasında, ancak bir kişinin sığabileceği genişlikteki bir yerdi. Arkamızda beş metreye yakın dik bir kayalık, önümüzde dibini zorlukla görebildiğim bir uçurum. Uçurumun dibindeki sürünün bizim düşmemizi beklediği açıktı. Kadın, eliyle yukarıyı gösterdi. Yukarda, sürünün geri kalan kısmı mevzilenmiş bizle beraber ilerliyordu. Kadının arkasında, ilerleyişimizi sürdürmemiz için tek sıra halinde dizilmiş birkaç köpek bize doğru gelmekteydi. İşte zekâsıyla övünen bizler, zekâ fukarası dediğimiz bu hayvanların dâhice hazırladıkları tuzaklarına düşmüştük. Ya donup aşağı düşecektik ya da üzerinde durmak gittikçe zorlaşan yerden dengemizi kaybedip düşecektik. Yaklaşmakta olan köpeklerden kadını korumak için onu arkama aldım. Adamı sürükleyerek taşımak zorlaşıyordu.
Adam kendisine yaklaşan köpeklerden olsa gerek silkindi ve ayağa kalktı. Gözlerini köpekten ayırmıyordu. Köpeklerin acelesi olmadığı belliydi. Adam dengesini sağlamaya çalışarak bana döndü. Ağaçla vurduğum ayağına zorlukla basabiliyordu. Adamın yeşil gözleri ile göz göze geldim. Her şeyi unutmuştum. Tek hatırladığım dilimden süzülen cümle oldu. “Ölümcül yeşil gözler!” Adamın alnında beliren yeni çizgilere rağmen kaşlarının arasındaki derin çizgi hala en belirgin olanı idi.  Adam küçük ataklarla hamle yapan köpek nedeniyle kendini güvende hissetmemiş olmalı ki, benim arkama geçmek için çabalıyordu.  Yaralı bileği dengesini bozdu, attığı adım boşlukta kaldı, geriye doğru kaykıldı, tutunacak yer aradı, bileğimi tuttu. Tüm ağırlığını kolumda hissettim. Adam sonsuza kadar yaşamak istercesine tutunuyordu. Kolumdaki takma kolun kayışları gerildi. Daha ne kadar taşıyacaklarını bilemiyordum. Sol elimle tutunduğun dalı da bırakamıyordum. Kadın biraz sonra olacaklar nedeniyle şimdiden çığlık atmaya başlamıştı. Takma kolumu tutan kayışların kopmak üzere olduğunu biliyordum. Adam yeşil gözlerini bana dikmişti. Bu bakış beni yıllar öncesine götürdü. “Tanrıya inanıyor musun? Tanrıya inan. O, acını hafifletir.” Dudaklarımdan dökülen bu sözleri bitirmiştim ki, takma kolumu tutan kayış kopuverdi. Adam çığlık atarak dalların arasından düştü. Dengesini kaybeden kadın, bana sıkıca sarıldı. Aşağı baktığımda ziyafete başlayan köpeklerin arasında, bir anlığına, yukarıya bakan o gözleri gördüm. Kolumun kalan kısmıyla kadına sıkıca sarıldım. Haber alınamayan dağcıları arayan helikopterin sesini duyana kadar o halde bekledik. Duyduğumuz ses, hayatta kalmanın ve yeni bir hayatın habercisi idi.

 Fahreddin FIRAT



[1] Olasılıklar evreninde devinen ve müellifi Fahreddin FIRAT tarafından henüz yazılmamış “Olasılıklar Üzerine Denemeler” adlı kitaptan…

Yorumlar