Pişmanlık
Yıllar önce genç bir mühendis olarak, kiralık ilanı asılı yan
evi sormak için çaldığım kapının önündeydim. O günlerden kalan yeşil renk ancak
pencere kenarlarında güneşin ulaşamadığı yerlere sığınmıştı. Griye dönmüş evin,
solan boyasını uzun çatlaklar parçalara ayırmış, yer yer dökülen sıvaları derin
yaralar bırakmıştı. Sararmış camları, boyası dökülmüş çerçeveler tutuyordu.
Çöken çatıya uyan yağmur oluğu dalgalı bir hal almıştı. Bahçe
kapısından iç kapıya kadar uzanan beton yol, derin çatlaklarla, sanki hiçbir
zaman bir arada olmamışlar gibi birbirine yabancı parçalara ayrılmış, yabani
otlar yarıkları doldurmuştu. Kader ortağı gibiydik. Bir zamanlar içimi
dolduran, beni yaşatan aşkım kurşun bir bilyeye dönüşerek içime çökmüştü. O da
çatısı altında yaşattığı hayatları bir bir kaybettiği için çökmekteydi.
Paslı demir kapı, yıllar öncesinden hatırladığı eski bir dostuna
selam verir gibi derinden inledi. Evin
ön bahçesindeki çardak hâlâ oradaydı. Boyaları dökülmüş, sarmaşıkları kurumuş
ve çevresini saran gülleri kaybetmişti. Bu eksik haliyle bile zihnimin en derin
köşesine yıllarca gömmek için çabaladığım anılarımı bir çırpıda canlandırdı.
Durdum, dizlerimdeki takat çekilmişti, dağınık
duran eski sandalyeleri tanıdım. Soluğum kesilir gibi oldu, kalp atışlarım
hızlandı. Tıpkı yıllar önce o sandalyelerde otururken onun her gelişinde
geçirdiğim heyecan nöbetlerindeki gibi. Bize doğru gelirken yarattığı rüzgârın
bedenine yapıştırdığı küçük kırmızı çiçek desenli elbisesini hatırladım. Dağ
zirvesi gibiydi, yanımda ama çok uzakta, gördüğüm ama ulaşamadığım. Umutsuz bir
aşka tutulmuştum; ne özel bir gülüş bekleyebilirdim ne aşk sözcükleri ne de bir
dokunuş. “Bırakın bedenim çürüyene kadar
onu seyredeyim” feryadından başka bir beklentim yoktu. Hiçbir şey ondan
uzaklaşamıyordu. Beni neyin beklediğini bilmeden, cevapsız “Nasıl?” sorularının
karanlığı içine düşmekteydim. Ötesi olmayan “sadece onun yanında mutluydum”
hali. Sarı saçları uçuşurken, bahar güneşiyle parlayan teni gözlerimi
kamaştırırdı. Ben seçmemiştim onu, o beni seçmişti. Seçim çokluk arasından
yapılır. O tekti, bütün kadınları unuttum, sadece o vardı görebildiğim. Fakat
bu gün hatırladığım bu anılara, pişmanlığımın içimde yarattığı boşluk duygusu
eşlik etmekteydi.
Fazla oyalanmak
istemedim. O evin hatırlattığı her şey beraberinde kızgın bir acı taşıyordu
bana. Kapıya ulaştığımda yüzyıllar süren kaybedilmiş bir savaştan dönmüş gibi
dermansız ve yorgun hissediyordum kendimi. Karşılaşacaklarımın hangi duyguları
hatırlatacağını ve hatırladıklarımın bana yaşatacağını tahmin edemiyordum.
Ancak geri dönme düşüncesi ne zaman aklıma düşse, onu görme arzum kabarıyor,
zihnime imalı bir aksanla sorulan “Dünya gözüyle son defa görsen ne olur?” sorusu
yankılanıyordu. “Son bir defa”. Kapının ziline uzandım. Hâlâ vaktim vardı geri
dönmek için. Ulaşmam gereken bahçe kapısı oracıktaydı. Kapının açıldığını
duyduğumda artık çok geçti. O kahverengi gözlere takılıp kaldı bakışlarım.
Siyah taziye örtüsünün altından aklaşmış saçları alnına düşmüştü. Derin izler yüzünü
parçalasa da güzelliğinin bütünlüğü oradaydı. Bakışları gözlerime takılıp kaldı.
Belli ki bedeni orda olsa da hayalleri
yıllar öncesine gitmişti. Saçlarını toplamak ister gibi elini kulağına götürdü.
Taziye örtüsüne dokununca vazgeçti. Boğazını temizledi. Derin bir nefes aldı.
“Hoş geldin.” diyebildi. Tekrar boğazını temizledi. Kenara çekildi. “Buyrun” dedi. Ziyaretimi sıradan kılmak istemişti
belki. “Bu sokak kıyafetleriyle uygun olur mu bilmem?” diyebildim. Hırlayan
köpeğin görülen dişleri gibi tabanından ayrılan ayakkabımdan görülen ayak
parmaklarıma baktım. Sertleşen kumaşı rengini kaybetmiş pantolonumu düzeltmeye
çalıştım. Ceketimi çekiştirdim. Tekrar göz göze geldiğimde beni bu halimle
evine davet edip etmeyeceğinden emin olmak istiyordum. “Lütfen içeri buyurun”
dedi tekrar. “Kapıda kalmayın.” Salonda gözümü çevirdiğim her köşeden zehirli
bir ok saplanıyor, kapanan yaralarımı kanatıyordu. Kendimi hızla koltuğa attım.
Dikenli tele tutulmuş vahşi bir hayvan gibi odaya baktıkça, hatırladım,
hatırladıkça zihnim daha derin acılara saplandı. Acı dayanılmaz olmuştu.
Gözlerime toplanan yaşları dağıtmaya uğraşırken karşıma oturdu. “Eşinizi kaybetmişsiniz. Başınız sağ olsun” diyebildim.
Boğuk bir sesle “Dostlar sağ olsun” dedi. İkimiz de sustuk. Salondaki duvar
saatinin tik taklarını dinledim. Yıllar önce o salonda oturduğumda bu günleri
hayal bile edemeyeceğimi düşündüm. Önümde açıldığını düşündüğüm yolun beni
buraya getireceğini kim bilebilirdi ki? Üzerimdeki en yeni kıyafet iki hafta
önce çöpte bulup sahiplendiğim kahverengi ceketti. Yırtılan astarı gözüme
ilişti, katlayıp içeri soktum. “Kardeşimin ölümünden sonra seni bir daha
görebileceğimi sanmıyordum.” Sözü beni kendime getirdi. “Ben de gelebileceğimi
sanmazdım ama kendime söz geçiremedim.” dedim. Boğazıma kadar gelen sözü yutmak
istedim, yutkundum, dişlerimi sıktım lakin engel olamadım.” Seni görmek
istedim.” deyiverdim. Ne zaman baksam kaybolduğumu hissettiğim o kahverengi
gözlerine bakarken “Beni affet” dedim. “Sana yakın olmak içindi; sana ulaşan
başka yol bulamadım...”
“Biliyorum” dedi. “Ona teklif ettiğim evlilik de, balayımıza
sizi de ısrarla davet etmem de…” Gözleri yaşardı. “Hepsini biliyordum. Hepsini
biliyordum.” diyebildi inler gibi. “O kadar gençtin ki çocukça bir heves
sandım. Evlenince beni unutacağından emindim. Şimdi şu halini görünce...”
sözünü bitiremedi. Teskin etmek için “Halime acıma” dedim. Gönül yarasının sızısını,
pişmanlığın azabını dindirecek dermanı buldum.” diye devam ettim, adi bir
caniye bakar gibi kendimi süzerken. “Fiziksel acı…” durdum, derin bir nefes aldım.
“Sokaklarda yaşıyorum. Yazın yakan sıcaktan, kışın ölümcül soğuktan, uzandığım
taş kaldırımların bedenimde açtığı yaralardan, açlıktan ve ve bana acıyarak, benden
iğrenerek hatta nefretle bakan gözlerden; pişmanlığımın bana azap çektirmesine
ne zamanım kalıyor ne takatim.” dedim. Yıllarımın suskunluğu beni konuşmaya
zorluyordu. “Balayımızın ilk akşamında sahilde oturduğumuzu hatırlar mısın?
Yanınızdan ayrılamadım. Geç saate kadar oturduk. Eşin uykusuna yenik düştü.
Kardeşin olanlara anlam veremeyen uykulu bakışlarla odamıza gideceğini söylemesi,
aslında o balayının bizim balayımız olduğu hayalimin gerçekleştiğini düşünmeme
neden olmuştu. Boşalan sahilde sen ve ben kalmıştık. Konuşmadan dalgaları
seyredişimiz… Denizin getirdiği serinlik ve bana sokulman. Kardeşinle
evlenmemin sana ulaşmak için en kestirme yol olduğunu göstermiş, beni haklı
çıkarmıştı. Sana kavuşmak başımı öyle döndürmüştü ki, senden ayrıldıktan sonra
kardeşinde senin kokunu aradım. Seni hayal ettim. Seni düşündüm. Seni düşledim.
Rüyamda hep sen vardın. Gün aydınlandığında yanımda yatan kardeşini gördüğümde bitmeyecek
gecem başladı. Yaptığım hatanın farkına vardım. Sana yakın olmak isterken
senden uzaklaşmıştım. Kendimden, bedenimden tiksindim. Midem bulandı. Kustum;
umutlarımı, hayallerimi, yaşama arzumu kustum. Kardeşin olanlara önce anlam
veremedi. Az önce gecenin kör karanlığında sen olduğun hülyasıyla kokladığım
yüzüne her baktığımda midem kalkıyordu. ‘Neden evlendin benimle?’ sorusu,
kurulmuş bir silahtan bedenime saplanan kurşunlar gibi arka arkaya geliyordu.
Direndim, af diledim, yalvardım ama arka arkaya sormaya devam ediyordu. Kendime
yönelmiş öfke ve nefretim dayanılmaz hale deldiğinde, beynimi kemiren o soruyu
susturmak için var gücümle ‘Umutsuzca ablanı seviyorum. Ona yakın olabilmek
için seninle evlendim.’ dedim. Özür diledim, af diledim. Soru susmuştu. Derin
nefes alarak bir şeyler söylemeye yeltendi. Söyleyecek bir şey bulamadı. Birkaç
kez denese de bir şey söyleyemedi. Sabahlığını giydi. Saçlarını topladı. Yanıma
kadar geldi. Bakışları sakindi, olanları kabul etmiş gibiydi. İçine düştüğüm
çaresizliği anladığını düşündüm. ‘Seni affediyorum.’ dedi balkon kapısından
çıkarken. Duraksamadan, tereddütsüz, bulutlara binerek benden uzaklaşmak ister
gibi kendini bıraktı.”
Eliyle ağzını kapatmış ağlıyordu. Sustum. Anlatacağım bir şey
de kalmamıştı. “Çocukça bir hevesti, geçip gidecekti biliyordum. Senin bana
gösterdiğim ilgi yıllar önce gömdüğüm duygularımı canlandırmıştı. Unuttuğum
kadınlığımı hatırlatmıştı. Nasıl olsa bitecek, geçip gidecekti. Aramızdaki
aşılamaz engellerin arkasında kendimi güvende hissederken masum bir heyecan
kaçamağıydın, kapıma kadar gelen tadılmayı talep eden küçük bir aşk ikramıydın.
Hayır diyemediğim utangaç bir aşk sarhoşluğuydun” dedi.
“Bütün bu yaşadıklarımdan sonra geriye dönüp baktığımda
seninle karşılaşmamış olmayı hiç dilemedim. Aşkını bilmeden, sana karşı
hissettikleri hissetmeden ölmek istemezdim.” dedim. Elime kapanarak ağlamaya
devam etti. Sarıldım. Ona sarılmayı hayal ederek geçirdiğim yılları düşündüm.
Ilık gözyaşlarının boynumdan aktığını hissediyordum. Hiçbir yağmurun tek bir
çiçeği bile yeşertemeyeceği kadar çölleşen ruhumda, düşen her bir yağmur tanesi
anında buharlaşıyordu. Kalkmak için doğruldum. “Gitme! Elimizde geriye ne
kaldıysa bir araya getirip yaralarımızı saralım.” dedi. “Geriye bir şey kalmadı
aşkım.” diye mırıldandım. Bedensel acılarımın azalması ruh azabımın serbest
kalmasına neden olacaktı. Ben fiziksel acıya mahkûm etmiştim kendimi. Ayağa
kalktım, kapıdan çıkarken son bir defa görmek için ona baktım. Dizlerine
kapanmış ağlamaktaydı.
Yorumlar
Yorum Gönder