Hiçlik

 

Nisan ayının buğulu günlerindendi. İri kayaların denizi durdurduğu sahilde, bol zamanımın dakikaları üzerinde dans ederek yürüyor; sık sık durup aramıza girmiş kayaların ötesindeki dingin denizi seyrediyordum. Bu sahili bilirim. Sonbaharın bitimiyle tüm kış öfkesinden yanına yaklaşılmaz. Kayalara çarpan öfkesiyle homurdanırken, avına uzanan canavarın pençeleri gibi dalgalarını kıyıya uzatır.  “O öfkeli canavar şimdi derin sularda dinlenmeye çekilmiştir. “ diye aklımdan geçirdim. İskeledeki yalnız bankta oturan yaşlı adama gözüm ilişti. Yaşadığı uzun yılların şahidi ak saçları hafif rüzgârda dalgalanıyor, dağılan saçlarını kayıtsızlıkla her seferinde düzeltirken gözlerini diktiği noktadan ayırmıyordu. Uyuyan canavara bir şeyler mi fısıldıyordu? Yoksa denizden beklediği biri mi vardı? Sevdiği birini deniz mi almıştı? “Kim bilir bu uzun hayata kaç hikâye sığdırmıştır.” diye mırıldandım. O ana kadar rotasız gezinen ayaklarım beni iskeleye taşıdı.  Yarım kalkan kaşın arkasındaki bakışı yakaladığımda hafif bir baş selamıyla yanına oturma izni isteğimi, yine saçını düzeltmeye kalkan elinin belirsiz bir hareketiyle cevapladı. Bankın boş kenarına iliştim. Dingin denizin bittiği ufka bakışımın molalarında yaşlı adamı seyrediyordum.  Özenli kesilmiş saçları boyun bağının üzerine düşmekteydi. Sakal çizgileri net ve keskindi. Yünlü kumaştan ceketinin yakasına gemi çapası simgeli bir rozet takılmıştı. Kaçamak bakışlarımı fark etmiş olmalı ki, kapatılmış bir kapı gibi kendini koruyan bakışlarıyla yüz yüze geldim. Suçüstünde yakalanmıştım. Sözcüklerden başka sığınağım kalmamıştı. “İlham verici değil mi?” dedim, yakalanmış bakışlarım onda elimle dingin denizi işaret ederken. Biraz bakıştıktan sonra “Hakikate giden yolun meşakkatindense,  durduğun yerde inanmanın kolaylığı tercih edilir.” dedi. Bu sözün anlamını çıkarmaya çalışırken devam etti. “Bu” dedi eliyle denizi göstererek “Buradan bakarak tanınamaz, bir görüşle hakkında hüküm verilemez, gizlediklerine aşina olunamaz. Ben ömrünü denizlerde geçirmiş biri olarak, onun pek çok yüzüyle karşılaştığımdan sizin gibi kolayca tanımlayamıyorum.“ Kendimi azarlanmış bir çocuk gibi hissettim. Hayatını adadığı şey hakkında ulu orta konuşmam rahatsız etmiş olmalıydı. Kendine ait gördüğü bu alandan beni hızla çıkardı ve kapısını kapatıverdi. Öylece kalakaldım. Sessizce bakışlarımı iskeleye çevirdim. İskelenin ayrılan tahtalarının aralarından şıpırdayan denize baktım. Adam derin bir nefes alıp yavaş yavaş bıraktıktan sonra babacan bir eda ile “Yalnızlık” dedi “İnsanı kabalaştırıyor.” Boğazını temizledi. “Rica ederim” dedim. ”Sizin üzerinde hayatınızı geçirdiğiniz şey hakkında klişe bir değerlendirme yaptım.” diyerek bir nevi özür diledim. Tekrar derin bir nefes aldı.  “Beni de sonunda karaya attı.” dedi dudakları zoraki gerilirken. “Oysa benim tüm hayatım oraydı. Karada bir şeyim yok ki. Bu yaştan sonra karada yaşamayı öğrenmek için emekliyorum. Gönlümü almak isteği belliydi. “Sık sık gelir oldum buraya.” İkimizde sustuk. İçimden bir ses, yaşlı adamın konuşmak istediğini, susmaya devam etmem halinde daha rahat anlatacağını söylüyordu. “Kiraladığım odamın penceresinden de bu iskele görünür fakat kokusunu almak için geliyorum.” Gözümü diktiğim denizden bakışlarımı dahi adama çevirmedim. “Konuşarak sizi sıkmak istemem… Yaşlıların anlatacak hep bir şeyleri vardır.” Dedi kaçamak bir bakışla bana bakarken. “Rica ederim.” dedim sarkan göz kapaklarının arkasındaki gözlerine bakarken. “Tek bir hayata mahkûmuz. Başka hayatlara dair hikâyeler, bu mahkûmiyetimizin küçük istisnalarıdır. Bu nedenle hikâye dinlemeyi severiz.” diyerek anlatacaklarını memnuniyetle dinleyeceğimi bilmesini istedim. Başıyla tasdik etti. “ O halde dinle o zaman… Geçen kış bir Pazar sabahı her gün alıştığım üzere güneş doğmadan uyanmıştım. Penceremden alaca karanlıkta iskelede bir kadın silueti gördüm. Hava soğuktu. Uzun pardösüsünün etekleri rüzgârda uçuşuyor, bırakılmış saçları ona eşlik ediyordu. Gördüğümde garip bir detay daha vardı. Kadın iskelenin ucuna denizi seyretmek için olmayacak kadar yaklaşmıştı. Öfkeli dalgaların eteklerini ıslatmasına aldırmadan öylece duruyordu. Beynimde ani bir sızı duydum. Bu hal yaşamının anlamını kaybeden birinin hali olmalıydı.  Her bir fazladan gecikmenin bu hayatın sönmesine neden olacağı düşüncesiyle hızla üzerime bir şeyler geçirdim. Kapıdan çıkmadan askıdan paltomu da aldım. Islak kaldırımda sık sık kayıp tökezleyerek sokağı döndüm ve onu hala iskelede görünce rahatlayarak umutla daha da hızlandım. Nihayet iskeleye vardığımda durdum. Sükûn içinde bir ruh haline girebilmek için biraz soluklandıktan sonra; oldukça yavaş adımlarla yanına ulaştım. Düğmelenmemiş kırmızı pardösüsünün altından soluk pembe geceliği görünüyordu. Çıplak ayaklarının yarısı iskeleyi aşmış, altındaki denize bakıyordu. Geriye savrulan saçları kadının yüzünü görünür kıldığında; şişmiş gözaltlarının, kızarmış burnun, kurumuş dudakların gizleyemediği derin bir güzelliğini seçebildim. Beni fark ettiğinde hafifçe bana doğru dönerek kayıtsızca baktı. Birlikte, ağarmakta olan kış sabahında konuşmadan denizi seyrettik. ‘Her şeyimi kaybettim’ dedi gözünü denizden ayırmadan. Ben de ‘Her şeyim olan bir şeyi kaybettim.’ dedim.. Sessizlik girdi araya.  ‘Gençler ölümü dışarıdan bekler, ihtiyarlar ise ölümün içlerinden geldiğini bilir. Bu nedenle ölümü dışımda aramıyorum. Yoksa senin durduğun yerde ben dururdum.’ dedim. Cevap vermedi. Belli ki sözümü düşünüyordu. Aydınlanan günle kadının siyah saçlarının gerisindeki kahverengi gözlerini fark ettim.’Tüm ailemi yitirdim… eşim ve çocuklarım…” Sözünü bitiremedi. Yanaklarından sızan gözyaşları güneşin ilk ışıklarında parladı. Gözyaşlarını silerken ‘Benim hiç olmadı.‘ dedim. Başını bana çevirdi. Acısını hafife aldığımı düşünüp azarlamasını beklerken ‘Hangisi daha acı?’ diye sordu. ’Bilemiyorum’ dedim. ‘Acılarımızı yalnız çekmeye mahkûmuz. Biri ötekinin acısını ancak kendisinin tatlığı en büyük acısıyla mukayese ederek anlamaya çalışabilir.’  Kadın dönüp tekrar yüzüme baktı. Yükselen güneşin süzülen ipeksi ışığı yüzünde yansıdı. O anda kahverenginin her tonunun halka halka gözlerinde dizildiğini fark ettim. Saçına tezat açık tenliydi. Çekmekte olduğu acı güzelliğini gölgelemiş ama onu öldürememişti. ‘Mutlak olmadığını bilsek de avuntu olarak farklı kılıklarda karşımıza çıkan hiçliğe sarılırız. Acılı zamanlar ise, yeni bir kılıkla karşımıza çıkmadan evvel tüm çıplaklığıyla karşılaştığımız zamanlardır.’ dedim. İskelenin ucundan içeri doğru çekilmesinden cesaret alıp kolumda taşıdığım paltoyu göstererek ‘Hava soğuk  ‘ diye ekledim. Elini paltoya uzatırken, paltoyu açarak giymesini sağladım. Az ilerde duran bankı gösterdim.’Biraz oturmak ister misin?’ Kadının kararını değiştirip kendini iskeleden bırakmasından korktuğumdan, banka oturmak için küçük adımlar atmaya başlaması korkumu hafifletmişti. Domur domur ıslanmış yeşil banka oturduk.’Hayatı yaşamağa değer kılan nedir o zaman?’ diye sordu gözlerimin içine bakarken. ‘Yine hiçliğin büründüğü türlü türlü kılıklar.” dedim. Anlaşılmak için devam ettim ‘Belki hayatı yaşanmaya değer kılan, ona heyecan katan bir sonra ki seferde karşımıza çıkacak kılığına dair merakımızdır. Ama her ne kılıkta karşımıza çıkarsa çıksın derin sezgimiz, o kılığın altında hiçliğin olduğunu bize hep hatırlatır. Ne yazık ki mutluluk dediğimiz şey buna rağmen kendimizi kandırarak ulaştığımız bir haldir.’ Sözümü bitirdiğimde denizi seyrediyordu.  Keder üzerine konuşmak kedere imtiyaz vereceğinden sormadım. O da anlatmadı. Konuşarak hiçbir acı hafiflemez bilirim; acı yakacağı tükendiğinde hafifler. Geride kalan da artık başka bir şeydir. Tüm güzelliğiyle doğmakta olan güneşi seyrettik. Ara sıra gözlerimi yakan güneşten kaçırdığım bakışlarımda acının eline düşmüş güzelliğini seyrettim. Bir müddet oturduktan sonra kalktı, ayakta biraz duraksadı. Bir şey söylemek istedi de bulamadı sanki. Sonra her adımda biraz daha hızlanarak sokakta kayboldu. Ertesi gün ona verdiğim paltomu bu bankın üzerine özenle konulmuş halde buldum.“ dedi ve sustu. Gözleri ufku bırakıp iskelenin yorgun tahtalarına bakıyordu. Aklındaki ihtimalleri söylemeye gücünün yetmediği belliydi. “Buraya uğrayacağınızı düşünerek paltonuzu size ulaştırmak istemiş demek ki…” diyebildim. Adam takatsiz bakışlarını yavaşça bana çevirdi. Umutsuzca, bilemediği bir ihtimal varsa anlatmamı istercesine bakıyordu. “Belki bu şehirden ayrılmaya karar vermiştir.” dedim. Kurduğum hiçbir cümlenin anlamı yoktu, biliyordum. Anlattığı hikâye bir kadının intihar ihtimalinin kendi hayatındaki yalnızlıkla yüzleşmeye dönüşmesi miydi sadece? Sanırım değildi. İçinde yankılanan ve vereceği hiçbir cevabı bulunmayan “Neden?” sorusunun sadece o kadının hayatı ve kendi yalnız hayatıyla ilgili olmadığını da sanıyordum. Daha öte bir şey vardı hüznünde, elinden kayıp giden bir şeydi belki. Vazgeçilecek kadar gözden düşmüş bir hayatın bile, yalnız hayatına sığamadığıyla yüzleşmesiydi. Ya da çoğunu geçmişte bıraktığı ömrünün elinde kalanında telaşla yeşeren bir aşktı. Uzun zamanı olanlar, zamanı kalmayanların kısa zamanlara neleri sığdırabileceğini hayal bile edemezler. Hiçlik son kez aşk kılığında karşısına çıkmıştı belki. Fakat bunu yaşlı adamla paylaşmadım. Kendinden bile gizlediklerini benden duyması ıstırabını alevlendirirdi.

 

Fahreddin FIRAT

Yorumlar